ANDIÇLAR, ıslak imzalı belgeler, Bilgi Destek Planları, cunta grupları... Bunlar münferit birkaç olay değil... En azından 1960'tan beri sık sık karşılaştığımıza göre, bir 'temel'den geliyor olmalı. Bu temel, “askeri ideoloji”dir.
Onun için birkaç generalin yaptığı birkaç münferit olay değil bunlar.
Elbette cumhuriyetin kuruluş yılları “devrim dönemi” idi; devrimler tabiatı icabı “total toplum mühendisliği”dir; ele almadığı, el atmadığı alan bırakmazlar. Bizde ordunun kendisini her siyasi ve sosyal olaydan sorumlu görüp bir türlü müdahale etmek istemesi bu alışkanlıktan geliyor...
Yönetmeden hükmetmek
Sadece subaylar değil, sivil okumuşlar da böyle eğitilmişti. “Ordu göreve” sloganı bu anlayışın simgesidir.
O dönemde üniversitenin halini Yassıada Komutanı Tarık Güryay'dan dinleyelim:
“Öğretim üyelerinin Org. Gürsel ile vedalaşmaları görülmeye değer bir manzara idi. Aralarında el öpenler, el sıkanlar çoktu. Ben, hepsinin de gözleri sevinç ve şükran yaşları ile Gürsel'in boynuna ve ellerine sarılanları gördüm.” (Bir İktidar Yargılanıyor, sf. 41)
Bugün böyle bir şey düşünülebilir mi?
Evet, ordu hiçbir zaman kalıcı bir askeri yönetim kurmak istemedi. Bugün de ülkeyi yönetmek, ekonominin, dış politikanın, grip salgınının sorumluğunu üstlenmek istemiyor elbette...
Ama Steven Cook'un “Yönetmeden Hükmeden Ordular” adlı akademik eseri, ordunun iktidarı almadan iktidarlara hükmetme geleneğini anlatıyor. (Hayy Kitap, 2007)
Sorun budur ve “yönetmeden hükmetme” geleneği tamamen sona ermedikçe, ne andıçlar biter ne de basına sızmaları önlenebilir!
Dahası, Türkiye artık eski Türkiye değildir; bugünkü eğitim, şehirleşme ve dışa açılma düzeyinde, toplum da siyaset de “hükmedilmeyi” içine sindiremez. Doğan tepkiler de orduyu yıpratır.
Ordunun saygınlığı
Bu noktada, “Andıçlar” dizisinde son olarak ortaya çıkan “Bilgi Destek Planı”ndaki şu satırlara dikkat çekmek isterim:
“TSK'yı destekleyecek kesimler son derece azalmıştır. Tam tersine, basın, iş dünyası, ticaret odaları, sendikalar, üniversite camiasının bir kısmı TSK'nın karşısındadır.”
Bu satırları yazan generaller, ordunun “imaj düzeltmesi yapması” gerektiğini de belirtiyorlar. Çok doğru...
Fakat bunun yolu, ordunun siyasete, kılık kıyafete, toplumsal akımlara müdahale etmesi değildir! Daha ustaca 'halkla ilişkiler' teknikleri uygulayarak da toplumsal destek sağlanamaz.
Bunun yolu, ordunun bu alanlardan çekilmesidir. Ordunun sadece asli görevleriyle ilgilenmesinin 'en hakiki vatan hizmeti' olduğunu anlatan bir eğitimin Harbiye'den itibaren uygulanmasıdır.
Şunu hepimiz iyi görmeliyiz: Devrim döneminde cumhuriyetimiz “kuvvetler birliği”ne dayanıyordu, Atatürk ömrü boyunca bunu savunmuştu... Ama bugün “kuvvetler ayrılığı” Anayasa'nın temel bir ilkesidir!
Bu, cumhuriyetin evrimine bir örnektir.
Ordu artık “görevler ayrılığı”nın modernleşmenin zaruri bir sonucu olduğunu dikkate alarak ideolojisini gözden geçirmeli, işlevini profesyonel görevleriyle sınırlandırmalıdır.
İşte o zaman “andıç”lar da hazırlanmaz, Genelkurmay da böyle ikide bir “bilgi sızması” sorunlarıyla karşılaşmaz.
Unutmayalım: Türkiye'nin siyasetten tamamen çekilmiş, yüksek profesyonel kabiliyete ve caydırıcılığa sahip saygın bir orduya ihtiyacı vardır.
Taha AKYOL/ Milliyet
Onun için birkaç generalin yaptığı birkaç münferit olay değil bunlar.
Elbette cumhuriyetin kuruluş yılları “devrim dönemi” idi; devrimler tabiatı icabı “total toplum mühendisliği”dir; ele almadığı, el atmadığı alan bırakmazlar. Bizde ordunun kendisini her siyasi ve sosyal olaydan sorumlu görüp bir türlü müdahale etmek istemesi bu alışkanlıktan geliyor...
Yönetmeden hükmetmek
Sadece subaylar değil, sivil okumuşlar da böyle eğitilmişti. “Ordu göreve” sloganı bu anlayışın simgesidir.
O dönemde üniversitenin halini Yassıada Komutanı Tarık Güryay'dan dinleyelim:
“Öğretim üyelerinin Org. Gürsel ile vedalaşmaları görülmeye değer bir manzara idi. Aralarında el öpenler, el sıkanlar çoktu. Ben, hepsinin de gözleri sevinç ve şükran yaşları ile Gürsel'in boynuna ve ellerine sarılanları gördüm.” (Bir İktidar Yargılanıyor, sf. 41)
Bugün böyle bir şey düşünülebilir mi?
Evet, ordu hiçbir zaman kalıcı bir askeri yönetim kurmak istemedi. Bugün de ülkeyi yönetmek, ekonominin, dış politikanın, grip salgınının sorumluğunu üstlenmek istemiyor elbette...
Ama Steven Cook'un “Yönetmeden Hükmeden Ordular” adlı akademik eseri, ordunun iktidarı almadan iktidarlara hükmetme geleneğini anlatıyor. (Hayy Kitap, 2007)
Sorun budur ve “yönetmeden hükmetme” geleneği tamamen sona ermedikçe, ne andıçlar biter ne de basına sızmaları önlenebilir!
Dahası, Türkiye artık eski Türkiye değildir; bugünkü eğitim, şehirleşme ve dışa açılma düzeyinde, toplum da siyaset de “hükmedilmeyi” içine sindiremez. Doğan tepkiler de orduyu yıpratır.
Ordunun saygınlığı
Bu noktada, “Andıçlar” dizisinde son olarak ortaya çıkan “Bilgi Destek Planı”ndaki şu satırlara dikkat çekmek isterim:
“TSK'yı destekleyecek kesimler son derece azalmıştır. Tam tersine, basın, iş dünyası, ticaret odaları, sendikalar, üniversite camiasının bir kısmı TSK'nın karşısındadır.”
Bu satırları yazan generaller, ordunun “imaj düzeltmesi yapması” gerektiğini de belirtiyorlar. Çok doğru...
Fakat bunun yolu, ordunun siyasete, kılık kıyafete, toplumsal akımlara müdahale etmesi değildir! Daha ustaca 'halkla ilişkiler' teknikleri uygulayarak da toplumsal destek sağlanamaz.
Bunun yolu, ordunun bu alanlardan çekilmesidir. Ordunun sadece asli görevleriyle ilgilenmesinin 'en hakiki vatan hizmeti' olduğunu anlatan bir eğitimin Harbiye'den itibaren uygulanmasıdır.
Şunu hepimiz iyi görmeliyiz: Devrim döneminde cumhuriyetimiz “kuvvetler birliği”ne dayanıyordu, Atatürk ömrü boyunca bunu savunmuştu... Ama bugün “kuvvetler ayrılığı” Anayasa'nın temel bir ilkesidir!
Bu, cumhuriyetin evrimine bir örnektir.
Ordu artık “görevler ayrılığı”nın modernleşmenin zaruri bir sonucu olduğunu dikkate alarak ideolojisini gözden geçirmeli, işlevini profesyonel görevleriyle sınırlandırmalıdır.
İşte o zaman “andıç”lar da hazırlanmaz, Genelkurmay da böyle ikide bir “bilgi sızması” sorunlarıyla karşılaşmaz.
Unutmayalım: Türkiye'nin siyasetten tamamen çekilmiş, yüksek profesyonel kabiliyete ve caydırıcılığa sahip saygın bir orduya ihtiyacı vardır.
Taha AKYOL/ Milliyet