1. HABERLER

  2. TV - SİNEMA

  3. Engin Çağlar: Oynadığım hiçbir filmi festivale göndermedim
Engin Çağlar: Oynadığım hiçbir filmi festivale göndermedim

Engin Çağlar: Oynadığım hiçbir filmi festivale göndermedim

Sanatçı Engin Çağlar, sinemayla iç içe geçen 55 yılı, Film-San Vakfı'nda 7 yıldır sürdürdüğü vakıf başkanlığını, üniversitelerde ve kendi adına kurduğu atölyesinde gerçekleştirdiği sinema eğitim söyleşilerini anlattı.

A+A-
Türkiye

"Kadın Değil Baş belası", "Kınalı Yapıncak", "Feride", "Makber" ve "Rüyalar Gerçek Olsa" gibi unutulmaz birçok Yeşilçam filminde başrol oynayan Engin Çağlar, Antalya Film Festivali'nde yaşadıklarından dolayı uzun yıllar filmlerini festivallere göndermediğini belirterek, "Haksızlık var. Ben de ondan sonra 'Bir daha benim hiçbir filmimi festivallere göndermeyeceksiniz.' dedim yapımcıya. Herkes bir durdu, 'Ya sen kimsin mesela?' dendi. Yapımcılara çünkü faydası olacak. Yok, Antalya'ya göndermek niyetindeyseniz başka arkadaş oynasın dedim. Hiçbir festivale gidecek filmi ben istemedim. Oynadığım hiçbir filmi de festivale göndermedim. Ta ki 2011 senesine kadar." dedi.

Sanatçı Engin Çağlar, sinemayla iç içe geçen 55 yılı, Film-San Vakfında 7 yıldır sürdürdüğü vakıf başkanlığını, üniversitelerde ve kendi adına kurduğu atölyesinde gerçekleştirdiği sinema eğitim söyleşilerini, ilk filmlerini, Fatma Girik, Neriman Köksal, Sadri Alışık, Metin Erksan ve Hayri Esen ile anılarını, 1970 Türkiye ve 1971 Avrupa Güzeli eşi Filiz Vural ile 50 yıllık mutlu evliliklerinin hikayesini Anadolu Ajansı muhabirine anlattı.

Duvarda sizin yazıp yönettiğiniz "Babam Benim" film afişi var, önce onu sorayım. Yeni bir film mi?

"Babam Benim, benim çekeceğim film. Bir baba-kız hikayesi olacak. Fotoğraf olarak afiş yaptık. Kızın kim olduğu belli değil şu anda. Çünkü 5-6 senedir var. Kızın belirli bir yaşta olması lazım. Üniversiteyi bitiriyor, doktor oluyor. 25 yaşında falan oluyor, 6 yıl eğitimleri var. İlk doktor atandığı yerde bir adamla karşılaşıyor, balıkçı. Babası o. Baba kızını tanımıyor, kızı da babasını. Hikayesi benim. Senaryo hazır. Parasal sıkıntı yüzünden yapamadık. Sinemalardaki hareketlenme daha da ilerlesin, çekeceğiz. Nihayet para kazanmak için yapılıyor, herkesin alacağı var oradan. Sinema ile ilgili bir şey olduğu zaman hiç kötü olmam, hep iyi olurum."

Dileriz kısa zamanda çekersiniz filminizi. Film-San Vakfındayız. Siz de başkanı olarak uzun süredir burada görevinizin başındasınız, ne güzel.

"Çok teşekkür ediyorum. İyi ki geldiniz. Ben Film-San Vakfının aşağı yukarı 7 senedir başkanıyım. Bizim her 3 senede bir seçim yapılıyor. Ben 1, 2 ve 3. seçimi kazanan ilk başkanıyım. Zaten vakıf kanununa göre 3 dönemden fazla başında kalamıyorsunuz. 3 kez seçimi kazanıp, sonra bir arkadaşınıza devrediyorsunuz. Benim 2,5 senem falan var."

Yeşilçam'da geçen 55 yıl, bir ömür aslında ve yine Yeşilçam sokağındayız. Beyoğlu’ndan hiç ayrılmamışsınız.

"Benim için de önemli tabii, evet. Sinemanın çok güzel bir dönemi var. Hem dünya sinemasının hem de paralelinde Türk sinemasının bir tarihi var. (Türk sineması) Şu anda bulunduğumuz sokakta başlamış. Burada eskiden 70-80 film şirketi vardı. Şimdi film şirketleri kalmadı. Başka yerlerde dizileri çekmek için firmalar var."

"Ben sinemaya gönül verdiğimden beri hep sinemanın içinde oldum"

Neler yaşadınız o dönemlerde, kimler vardı burada, bu sokakta? Hatta bu binada kimlerle aynı havayı soludunuz? Kimler geldi geçti?

"En eskilerden bir tanesiyim Türk sinema tarihinde. Büyük bir kısmı rahmetli oldu. Bir kısmı da tabii artık çalışamaz durumda. Ama ben sinemaya gönül verdiğimden beri hep sinemanın içinde oldum. Yurt dışında okudum. İlkokuldan sonra Robert Koleji imtihanını kazanarak 5 sene orta bölümünde okudum. Oradan Şişli Terakki'ye gittim. Bitirdikten sonra da Almanya'ya gitmek için imtihana girdim. Yurt dışına imtihanla gönderiyorlardı. Türkiye'nin dövizi her zaman olduğu gibi o zaman da kısıtlı. Ancak hak eden ve Ankara'da yapılan devlet imtihanını kazananlar yurt dışında okuma hakkı elde ediyordu. İşte ben de onlardan birisiyim. 1961-1965'te Almanya'da kaldım, üniversite okudum. Oradan askerlik yapmak için döndüm. O zaman askerlik 24 ay. Şimdiki gibi öyle lokma askerlik yok. Biz uzun süre askerlik yaptık. Hatta 36 aydı, donanmada denizci olmak. Ben ona da razı oldum. Kaydımı yaptırdım ama 1960 ihtilalinden sonra çıkan kanunla ayrıcalık olmasın diye hepsi 2 sene yapıldı, Ben de bahriye askeri olarak hatta 26 ay yaptım. 1. Kıbrıs Harekatı'nda biz Kıbrıs'a giden grupta olacaktık denizde. Sonra Johnson Mektubu ile yarı yoldan döndü donanma. Ben de orada askerliği bitirdim. Almanya'da 4 sene kaldığım için, orada kalma ve çalışma hakkım vardı."

Almanya'da iç mimari okudunuz değil mi?

"İç mimari okudum evet, güzel sanatlar fakültesinde. Babamın mesleği. Babam da güzel sanatlar mezunu. İstanbul'da o zaman Güzel Sanatlar Akademisi'ydi şimdi ismini değiştirdiler, Mimar Sinan Üniversitesi oldu. Babam oradan mezun. Tabii erkek çocuk hep babasının tarafına gider."

Anne-babanız eğitimci bildiğim kadarıyla?

"Evet, annem de babam da ilkokul öğretmeni. Hatta o zaman Atatürk cumhuriyeti, öğretmenlik çok üst düzeydi. Halam, teyzem, dayım, eniştem hepsi ilkokul öğretmeni ve öğretmen okulu mezunuydu. Benim anne tarafımdan 9 kuzeniz. Onların da çoğu anneleri, babaları gibi eğitimle ilgili oldu. Ailede bir tek memur olarak, öğretmen olmayan ben varım. Ama o benim içimde hep varmış. Beni şimdi sinema bölümü ile ilgili okullar davet ediyor ve sinema okullarına gidip sinema söyleşisi yapıyorum. Sahneye çıkıyor, sinemayı anlatıyorum."

Bir nevi eğitim veriyorsunuz gençlere?

"Evet ama onların kadrosunda memur statüsünde değilim."

Oyuncu olarak ne şanslısınız ki bir öğretmeni de doktoru da mimarı da oynayabilirsiniz değil mi?

"Tabii. Pazarda hamalı da oynadım, profesör doktoru da mühendisi de şarkıcıyı da. Her rolü oynar sinema oyuncusu. 'Ben şunu oynarım, şunu oynamam.' diye bir şey yok. Ama hep ismi en yukarıda olan, afişlerde ismi yazılan, başrolü oynayan kadınla erkek oyuncudur."

"Filmin jönü" diye geçiyordu isminiz.

"Jön genç demek aslında. Filmin jönü-jöndamı yani genç kızı ve genç erkeği, evet."

"Öğretmen Yayınlarında uzun yıllar babamla ortak çalıştım"

Anneniz Makedonya göçmeni, Üsküplü. Babanız ise Azak Denizi kıyısından Şüküroğlu Aşireti'nden gelen Sadık Övet. Babanız ilkokullardaki harita ve atlas küreleri tasarlayan önemli bir isim.

"Evet. Cağaloğlu'nda 'Öğretmen Yayınları' diye bir şirketimiz vardı. Orada ben de babamla ortak olarak uzun yıllar çalıştım. O rahmetli olunca ben yine devam ettim. Ama sonra format değişti. Onun için ben de sinema ağırlıklı işlerde çalıştım."

Çocukken babanızla atlas üzerinde ülkelere bakar mıydınız, ilgilenir miydiniz mesela?

"Tabii ki. Matbaacıyım ben. Babam beni gönderirdi. Orijinalini babam yapardı, güzel sanatlar akademisi zamanında. Çok güzel resmi var. Benim de resmin çok iyiydi. O orijinalleri yapar ama onun matbaada 3 bin-5 bin basılacak seviyeye gelmesi lazım. Matbaadaki baskı işlemlerinin başında ben oldum. Bende marifet çok."

Çok hoş. Peki, Ses Dergisi Yarışmasına girip ikinci oluşunuz ve oyunculuğa başlamanız Fatma Girik'le.

"Evet, 1962 senesinde Ses ve Hayat Mecmuaları vardı, renkli tifdruk baskı. Hayat, meşhurların hayat hikayeleri, politikalarına göz atan siyasi bir taraf mecmuasıydı. Ses Mecmuası da sinema, tiyatro, oyuncularla röportajlar yapan sanatla ilgili bir dergiydi. 1963 senesinden itibaren gençler sinemaya çok meraklı. Film sayısı çoğalınca kadronun oluşması, kadın-erkek başrol ve alt rollerin oluşması adına yapılan bir yarışmaydı. Çünkü senede 299 sinema filmi çekildiği bir dönem var Türkiye'de. İlk başlarda tabii daha azdı. Biz sinema oyuncuları olarak her ay bir filmde oynardık. Her ay bir filmde oynarsan, senede 12 film çekersen aranan oyuncusun sen. Öyle 4-5 filmle aranan oyuncu olman mümkün değildi. Ben ilk başlarda hep 12 filmde oynadım."

Başta "Kadın Değil Baş Belası", "Kınalı Yapıncak", "Feride", "Makber" ve "Rüyalar Gerçek Olsa" olmak üzere sayısız filmde oynadınız, dönemin 4 yapraklı yoncası Türkan Şoray, Fatma Girik, Filiz Akın ve Hülya Koçyiğit'le, Selda Alkor, Itır Esen, Emel Sayın gibi önemli isimlerle çalıştınız değil mi?

"Evet. Hülya Avşar da var. Ben hepsiyle çalıştım. Hem öndekiler, benden daha evvel oyuncular var. Benden daha evvel başlamışlar. Ben biraz geç geldim. 28 yaşındaydım sinemayı kazanıp geldiğimde. Çünkü erkeklerde bir de askerlik sorunu var. İki sene de askerlikte gidiyor tabii. Ben onu da bekledim çünkü başlarsın, sonra araya 2 sene askerlik girer, arası sıkıntı olur sonrası. Ben üniversiteyi de Avrupa'yı da, askerliği de halledeyim diyene kadar 28 yaşına geldim. 28 yaşından beri Türk sinemasının içindeyim. Şu anda Film - San Vakfı'nın da başkanıyım ve oyunculuk kadar, yöneticilik, organize işleri yapmak, festivalleri de organize etmek hep bana nasip oldu diyelim."

"Fatma'nın bir ayrıcalığı vardı, böyle bakardı gözleri masmavi, çok candan, çok yardımseverdi"

Peki hepsi birbirinden değerli başrol kadın oyuncuların içinde en uyumlu, keyifle çalıştığınız kimler oldu?

"Tabii ki hepsi birbirinden değerli. Ama Fatma Girik, hem ilk oynadığım filmin kadın oyuncusu hem de sonradan da çok çalıştığım isim oldu. Fatma'nın bir ayrıcalığı vardı, böyle bakardı gözleri masmavi, çok candan, çok yardımseverdi. Yani düşünsenize ilk film çekimine gidiyorsun, yönetimi, teknik kadroyu, ekibi, oyuncu kadrosunu tanımıyorsun. Bir de çok meşhur, çok sevilen, Türkiye'nin bildiği bir kadınla karşılıklı oynuyorsun. Onun sana bakışı, tavrı yani yardım mı ediyor seni köstekliyor mu, destekliyor mu? Öyle bir şeyler de vardı. Ben sinemaya gelmeden evvel bütün literatürü okudum. Hem Hollywood sinemasını, hem dünya sinemasını okudum. İngilizce ve Almanca, iki lisanda da sinema için yazılmış önemli kitapları orijinallerinden okudum. Müthiş bir zevk. Oynuyorsun, en kabiliyetli teknik ekip çekiyor seni, en güzel ışıkla. Çünkü mecburlar sana, başrol oynuyorum. En iyi, en güzel beni göstermeleri lazım kadın oyuncuyla ikili olarak tabii."

Bir kadın ve bir erkek başrol, filmin bel kemiği ama kadın oyuncuların erkeğe, erkek oyuncuların kadına çelme takması ya da köstek olması durumu oluyor muydu gerçekten?

"Bazılarını ben hissediyorum oluyor. Aralarında bir sürtüşme olursa olur. Yani bir de yeni gelmiş birisiysen. Yani dedim beni kabul ederler mi? Etmezler mi? Bilemiyorsun ne olduğunu. Önünden geçer, hafif yan durur. Sana gelen ışığı gölgeler. Senin yüzün siyah çıkar, sahnede çekilmiş olur, yandın."

Ama siz şanslıymışsınız rahmetli Fatma Girik ile oynadınız ilk filminizi ‘Öksüz’ ile. Sonrası da güzel gelmiş.

"Evet, Öksüz'de. Fatma çok yardımcı olurdu. Can dostumdu benim. Dediğim gibi sonra çoğu filmde Fatma ile oynadık. Türkan Şoray ile 3 sinema filmim var. O da arka arkaya geldi. Şimdi dördü de sinemanın kraliçeleri. Oynadıkları her film büyük iş yapıyor, oynadıkları her film her festivale gidiyor. Her şehirde seyircisi var, gösteriliyor. Şimdi bu 4 kadınla karşılıklı oynamak, onların popülaritesini sen de alıyorsun demek. 'Kim Fatma'yla Türkan'la, Hülya Koçyiğit'le karşılıklı oynayan bu yeni çocuk?' deniyor ama 3-4 sene sonra da başlıyorlar benim yanıma da yeni gelen kızları koymaya. Artık sen Türk sinemasına mal olmuş oluyorsun böylece."

"Siyah-beyazlar dahil filmlerimin arşivi bende mevcut"

Efendim filmlerinizin arşivi dahil Türk ve dünya sinemasından filmlerin ve kitapların yer aldığı sinema ve sanat tarihi kütüphaneniz varmış evinizde, öyle mi? Sanıyorum 18 tane siyah beyaz filminiz sonrasında renkli filmlere geçiş ile sayısız filminiz var.

"Evet. 18 tane doğru."

Bu arşivi tutmanız bilinçli bir seçim miydi? Çünkü sinemacıların çoğu arşivlerini ya çok tutmaz ya bulamaz ya da filmler yanmış olur. Bu filmlerinizin hepsi sizde mevcut mu gerçekten?

"Evet, mevcut. Renkli filmin sahibi çok. Herkes sahip çıkmış. Renkli filmlerden hiç eksik, kayıp yok. Sütlüce'deki müze var o zaman. Şirketlerin ve film sahiplerinin birer kopya verdikleri bir yer. Orada siyah-beyaz dönemi ağırlıklı. Siyah-beyaz filmle renkli filmin emisyonunda farklılık var. Siyah-beyaz film oynuyor, bitiyor, Anadolu'ya da gönderiyorlar, geliyor. Depoya koyuyorlar. Ondan sonra bakıyorlar ki, depoda çok yer kaplıyor. Asidin içine atıyorlar siyah-beyaz filmi. O asit çözüyor üstündeki siyahlığı, filmin ana emisyonunu. Filmi çıkarıyorsun bembeyaz. Hiçbir şey kalmamış. Öyle çok kayıp film var. Benim 9-10 tane filmim var siyah-beyaz, ona sahip çıkılmış. Ben de sahip çıktım. Bende hepsinin kopyası var. İşi bitti diye Anadolu'ya gönderdikleri, orada kaybolan veya geldiği zaman emisyonu çözülen filmleri kesip, ayakkabıların bağlarının ucuna takılan naylon şerit olarak kullanıyorlardı."

İlginç, bilmiyordum.

"Tabii. Sinemada benim anlatacaklarımı herkesin bilmesi mümkün değil. Filmin emisyonu çıkıyor, altından 2-3 gram gümüş çıkıyor. Gümüş oksittir filmin üstündeki. Işığı görünce bir kısım yanıyor, siyah yanıyor, o da negatiftir. Negatiften basıyorlar pozitife. Onun içinde nitrat asitte çözülünce 2-3 gram gümüş kısım aşağı düşüyor. İşte o 2-3 gramlık gümüş için koca 300 metrelik filmi, bobini atıyorlar. Çıkanı da kesip kesip ayakkabıların bağlarının uçlarına takılan o naylon şerit haline getiriyorlar."

Maşallah oyunculuğunuzun yanı sıra teknik anlamda da bilgi ve detaylara hakimsiniz.

"İnsan bir iş yapıyorsa onun her şeyi bilmesi lazım. Yani ben onu biliyorum, onu bilmiyorum yok öyle bir şey. Sinemadan bana kim ne sorarsa sorsun, 'Bir dakika, ben şu kitabıma, notlarıma bakayım da size anlatayım.' demem. Anında anlatırım. Üniversitelerde de söylüyorum bu lafı. Sinema okuttukları üniversitelere gidiyorum. Salon dolu, önde de hocalar oturuyor. Bana aklınıza gelen her şeyi sorabilirsiniz sinemayla ilgili diyorum. Bir dakika ben bir notlarıma bakayım demem."

Üniversitelerin sinema bölüm öğrencileriyle buluşurken mezun olunca yönetmen ve kamera arkası teknik alanlarda çalışmak isteyen gençleri nasıl buluyorsunuz?

"Şimdi şansları az. Çünkü aşağı yukarı 240 üniversite var Türkiye'de şu anda. Bunun 180 tanesinde sinema bölümü var. Oradan çıkan öğrencilerin o kadar iş bulma şansı yok."

180 üniversite ve sinema bölümü aslında ciddi bir rakam ve böyle düşününce sinema dahisi bir ülke olmamız gerekiyor gibi. Sizce de öyle mi?

"Tabii evet ama işte hiçbir şey bilmezsek ne kolay gidiyor. Zor. Çok meraklı olanlar, işi titizlikle ele alanlar da teknik ekip oluyor. Yönetmenlik, kameramanlık yapıyor. Oyunculuk başka bir şey. Güzel genç kızlar ve yakışıklı erkekler olması lazım. Dünya sinemasında da Türk sinemasında da böyle. Bizim başrol oynayan bütün kızlarımız çok güzeldir, erkeklerin hepsi yakışıklıdır. Tabi öyle çıkıyor çünkü. Herkesin, bütün seyircilerin sevdiği kadın, sevdiği erkek oyuncu var."

Mesela kimler var Türkiye'de beğendiğiniz genç kız ya da erkek oyunculardan?

"Türkan Şoray, Hülya Koçyiğit, Fatma Girik, Filiz Akın. Hepsi bir harika."

O sizin döneminizin güzel yıldızları. Bugün, şu dönemde mesela izlediğiniz yenilerden kimler var?

"Kimler var?"

Çok sayıda genç oyuncu var, ben size soruyorum sizin beğendiğiniz kimler var diye?

"Ben soruyorum, isimleri var mı? Kimler var? Şu dizide Ayşe rolünü oynayan bir kız var, gördün mü? Kızın ismi ne? Bizde Türkan Şoray'ın, Hülya Koçyiğit'in, Fatma Girik'in, Engin Çağlar'ın, Cüneyt Arkın'ın filmi var. Şimdikilerde isim olarak kimin filmi, dizisi var?"

Çok var. Fahriye Evcen, Serenay Sarıkaya aklıma ilk gelenler.

"Ne yapıyor şimdi mesela onlar?"

Dizilerde oynuyor, filmler çekiyorlar.

"5 sene sonra? 5 sene evvel de çok meşhurlar vardı. Ne yapıyorlar şimdi?"

Evet bugün projesi olmayan popüler oyuncular belki de bir süre sonra unutulabiliyor. Fakat siz hala varsınız ve sizin döneminizin oyuncuları hala sevgiyle anılıyor ve hatırlanıyorsunuz. Bunun formülü nedir? Şimdikiler sizin kadar şanslı mı?

"Evet varız doğru. Çünkü bizim dönem kendi isimleriyle anılıyor, oynadıkları rollerin ismiyle değil. İşte Türk insanına çok tesir eden hikayelerde, rollerde resimlerimiz hala kalmış insanların beyninde. Türk sinema tarihi var. Ben biliyorum kimlerin olduğunu. Son on senedir Türk sinema tarihi diye bir kitap yok. Beş senedir olanlar nerede? Kim olduğu belli değil. Ama biz 1914 senesinden beri gelen yönetmen, kadın oyuncu, erkek oyuncu, yardımcı oyuncu, karakter oyuncusu hepsinin isimlerini biliyoruz. Hepsinin filmleri oynuyor. Tabii Devlet Güzel Sanatlar Akademisinde (Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi) de filmler var. Orada bir stok var. Bütün filmlerden hem teknik malzeme, hem çekilmiş siyah-beyaz filmler. Orada bayağı iyi de korunuyor. Yani saklandıkları yerin ısısı, raflama sistemi ona göre. Her şeyin içinde olduğum için biliyorum. Bir hanım şimdi üniversitenin başında, o davet etti bizleri. Benim tekniği de iyi bildiğimi, oyunculuk içinden geldiğim için herkesi tanıdığımı bildikleri için çağırıyor, davet ediyorlar. Ben de gidiyorum. Hiç hayır demedim bugüne kadar. Sinemayla ilgili kim varsa beni davet eden hepsine gidiyorum."

"1970'ten sonra Antalya’ya hiç gitmedim, ta ki 2011'e kadar"

'Yeşilçam'ın Gülen Yüzü Engin Çağlar" isimli kitabınız var. Anılarınızı, fotoğraf arşivinizi kullanarak anlattınız değil mi?

"Evet. Bendeki film arşivi şimdi hiçbir kütüphanede yok. Her şeyi saklamışım zamanında. Bütün filmlerimin fotoğrafları ve tüm afişleri var. Filmler de var. Renkliler zaten kolay. Şimdi hangi televizyonu açsanız bizim renkli filmleri gösteriyor. Siyah-beyazları da gösteriyor ama siyah-beyazlar kaybolmuş. 1968 senesinde benim Fatma ile oynadığım ilk film ile 1969 senesinin film festivaline davet ettiler beni. İlk Antalya'ya gidişim 1969 senesidir. Orada iki tane filmim yarışmaya girdi. İlk filmim, 'Öksüz' Fatma Girik'le oynadığım film. Bir de Türkan ile oynadığım 'Günah Bende mi?' filmi. Fatma'yla oynadığım filmi seyretmişler. Ben sonra alıyorum haberi. Fatma bir sene evvel Antalya'dan 'En İyi Kadın Oyuncu' ödülü almış. Bir sonraki sene de Belgin Doruk'u seçmişlerdi benim bildiğim kadarıyla. 'En İyi Erkek Oyuncu' benim. Ama benim ilk filmim. 'İlk filmiyle En İyi Erkek Oyuncu olur mu?' diyorlar. Şimdi jüri için laf olur, bir şeyler olur diyorlar ve bana ödül vermediler 'Öksüz' filminde. Herkesten daha iyi. Çünkü filmin yönetmeni rahmetli Bilge Olgaç'tı. İlk kadın yönetmendir. Cahide Sonku derler ama Cahide hanımın pek çektiği bir şey yok. Ama Bilge kamerayı da iyi bilen, senaryo, diyalogları yazan, fotoğraf bilgisi ve teknik, montaj bilgisi çok olan yakın arkadaşımdı. Rahmetli oldu maalesef. Ona da vermediler 'En iyi Yönetmen' ödülünü. Belki biraz sol görüşlü, Antalya'ya karşı düşüncesi olduğundandı. Kameraman Ali Yaver'e 'En iyi Görüntü Yönetmeni ' ödülünü verdiler. Yani biz bekliyorduk ki filmin de alması lazım. 1969 senesi öyle geçti. Ertesi sene yine davet ettiler bizi. Hülya Koçyiğit ile oynadığım 'Kınalı Yapıncak' ile. O da çok ses getirdi. Çok büyük hasılatı oldu. 'En İyi İkinci Film' ve 'Görüntü Yönetmeni' ödülü verdiler. O zaman teknik ekipte Rum kökenliler çalışırdı. Bana yine ödül vermediler. 1970'ten sonra bir daha Antalya'ya gitmedim. Ta ki, 2011 yılına kadar. Kızdım ben. Bakmayın böyle hep güler yüzlü olduğuma, ters tarafım da var."

Yani orada haksızlık da var gibi hissetmişsiniz galiba?

"Haksızlık var. Ben de ondan sonra 'Bir daha benim hiçbir filmimi festivallere göndermeyeceksiniz.' dedim yapımcıya. Herkes bir durdu, 'Ya sen kimsin mesela?' dendi. Yapımcılara çünkü faydası olacak. Yok, Antalya'ya göndermek niyetindeyseniz başka arkadaş oynasın dedim. Hiçbir festivale gidecek filmi ben istemedim. Oynadığım hiçbir filmi de festivale göndermedim. Ta ki 2011 senesine kadar. 2011 senesinde biraz politik durumlar da değişti. Antalya Üniversitesinin rektörüydü Belediye Başkanı. Onun organizasyonuydu. Demiş ki, 'Engin Çağlar'ı çağıracağız bu sene. Beni çağırdılar, kenara çektiler orada dediler ki. 'Gelecek sene Altın Portakal'ı sana vereceğiz.' Şok."

Onur Ödülü değil mi?

"Tabii. Bir sene evvel söylüyorlar. Kimsenin haberi yok. Zaten önce söylüyorlarmış meğerse. 3 ay önce söylüyorlar. Burada gördüğünüz kütüphanede herkesin kitabı var festivalde. Ama yazarları başka. Ya bir gazeteci ya bir romancı yazıyor. Dedim, kim yazacak benim kitabımı? Güldü herkes. 'Otur kendi kitabını kendin yaz. Biz hazırlıklıyız senin söyleyeceklerine.' Kendi kitabını kendisi yazan tek sinema oyuncusu benim."

Ne güzel yapmışsınız. Bu genç sinemacılar için de başucu kitabı gibi olmuş.

"Oldu da. Onun renkli basılması gerek. Çünkü hepsini siyah-beyaz yapıyorlar prensip olarak. Bir de kalmadı. Daha o sene kitabın satışı bitti. Ben şimdi hazırladım. Onun orijinali ve basım yetkisi de bende. Renkli olarak basılacak. Şu şartlar birazcık daha iyileştiği zaman."

"Kötü adam oynasam film yatar"

Sizi genelde iyi karakter rollerinde izledik. Hafızalarımızda pek kötü karakterler yok.

"Yok. Benden kötü adam çıkmaz. Kötü adam oynasam film yatar. Jönden kötü adam olmaz, hep iyi adam olmalı. Çünkü 'jön' demek, filmin satışına katkı sağlayandır. Kadın-erkek ikisine bakarlar. İnsanlar gelir afişe, 'Kim oynuyor filmde?' Erkek-kadın, ona bakar. İyi olacaksın, güzel adam olacaksın, kıza iyi bakacaksın, bütün kötüleri dayaktan geberteceksin, döveceksin. Sonunda da kızı alacaksın, sarılacaksın, yanak yanağa kameraya bakacaksın, 'Son' yazacak filmde."

Filmlerinizde sizi çoğunlukla Hayri Esen, Abdurahman Palay ve Toron Karacaoğlu seslendiriyordu sanırım, değil mi?

"Hayri Esen çoğunlukta evet. Abdurahman Palay yok. O 'Nayır, n'olamaz'ları seslendiren isimdi. Toron Karacaoğlu konuştu, tiyatrocu ve benim arkadaşımdı. Bu çok önemli. Seni seven insanın konuşması lazım."

Bunun seçimini yapıyor muydu aktörler? 'Beni şu isim seslendirsin' diyor muydu?

"Tabii, diyordu. Rahmetli Hayri ağabeyin çok pırıl pırıl sesi vardı. Bütün jönleri o zaman o konuşuyordu. Ben bir gün geldim bu karşımızda Pesen Film var. Bütün bina Pesen Film, Nevzat Pesen'e aitti. Onun ikinci katında seslendirme yapıyorlar. Seslendirme de çok önemli tabii. Sesin fiziğe uyması lazım. Bakayım dedim. Nasıl yapılıyor merak ettim. Ben konuşmuşum ama biz senaryoda okurken, sufle veriliyor. Biz aynı kelimeleri söylüyoruz kameraya. 'Ben seni çok seviyorum. Ne zaman gideceğiz? Anne, baba ben geldim.' gibi. Neyse, ağzımın uyması lazım, senkron deniyor. Ama tabii ses alınmıyor, sessiz çekiliyor. Ama onların elinde senaryo var. Açmışlar, bizim filmlerden parçaları da koymuşlar. Benim sahnem geliyor işte; 'Ben seni seviyorum, gel bugün gidelim şuraya, annemi görelim, babam geldi.' falan konuşuyoruz. Baktım Hayri ağabey konuşuyor beni. Çolpan (İlhan) abla da kızı konuşuyor. El ele tutuşmuşlar 5-6 kişi. Önlerinde senaryo, ben de arkada duruyorum filmin baş oyuncusuyum. Kimse bana 'Niye buraya girdin?' diyemiyor. Aslında girmek yasak. Kimin sırası gelirse, Hayri ağabey onun elini sıkıyor, 'Sıra sende.' diyor. Çünkü hep ekrana bakıyorlar ve ağzın yani senkronun tam oturması lazım. Onun elini sıkıyor, bunun elini sıkıyor. Ben bir anda güldüm, hepsi de döndüler şöyle bir baktılar bana o anda. Bir şey de diyemiyorlar, dedim 'Kolay gelsin. Çok hoşuma gitti. Ben de öğrendim ne yaptığınızı. Öpüyorum sizi, Allahaısmarladık, güle güle.' deyip çıktım. Sonra ben kendi sesimle de oynadım. Artık ustalaşıyorsun tabii."

Siz meraklı her şeyin içine girip bakan, yaramaz çocuk gibisiniz sanırım?

"Tabii, varım her şeyin içinde. 'Niye konuşmuyorum ben? Ben de konuşurum.' dedim. 'Ağabey konuşamazsın.' dediler. 'Niye konuşamıyorum? Nereden biliyorsunuz?' dedim. Çektik, oldu. Kendi sesimle oynadığım diziler, bir de film var. Safa Önal'ın meşhur bir filmi vardır. Bütün karakterler ona yardım için bir film çektik. 'Onda kendi sesimle konuşayım hocam sana.' dedim."

“Metin ağabey can dostumdu. Nikah şahidi de ben oldum”

Peki unutamadığınız, beraber çalıştığınız yönetmen ve film var mı?

"Metin Erksan. Metin ağabey can dostumdu benim. Metin ağabey Türk sinemasının en önemli yönetmenidir benim gözümde. Lütfi Akad ile başlayan sinema, hemen arkasından Metin Erksan, Atıf Yılmaz, Halit Refiğ var. Ben onların hepsiyle tanıştım, konuştum. filmlerde de çalıştım. Beni istediler hep. Çünkü ben büyüklerime saygı duyuyorum, küçüklere de yardım ediyorum. 'Engin'i alın, filmin yarısı hallolmuş olur.' diyorlar mesela. Öyle imajım da var benim. Metin Erksan Türk sinemasının çok önemli bir yönetmeni, en kafa adamı benim gözümde. Çektiği filmlerinde iki defa Fikret Hakan'ı oynatmış başrolde. Yetmişin üstünde filmi var. Filmleri hep farklı farklıydı. Metin Erksan'ın en çok çalıştığı erkek oyuncu benim. Beş filmde beni istemiş. Çok yakın dost, ağabey, kardeş olduk. Bir asistanı vardı 'Gül' isminde. Baktım aralarında bir şey var. Dedim, ' Ağabey, bu kızı isteyelim.' Evlendiler. Nikah şahidi de benim. Benden aşağı yukarı 20 yaş büyük. 'Sen olacaksın benim şahidim.' dedi. Şahit oldum. Beraber yemeklere, içmelere, gezmelere gittik. Benim yazlık evime geldiler denize girdik."

Efendim siz evli miydiniz o zamanlar?

"Ben 1972'de evlendim. 2-3 filmden sonrası evli olduğum zamanlar. İlk 3 sene bekarım. Bekarlık anılarımı anlatmam. Bilmem anlatabildim mi?"

Sorsam anlatmaz mısınız? Yoksa çapkın mıydınız?

"Bilmem, öyle diyorlar. Yani hepimiz için söylüyorlar öyle bir şey. Aslında alt tarafı akşamdan akşama bir kızı alıp geziyorsun. Yani öyle önemli bir şey değil."

"Filiz güzellik yarışması için müsaade aldı benden"

Ama turnayı gözünden vurmuşsunuz. 1972'de evlendim diyorsunuz ve evlendiğiniz kişi, 1971 Avrupa Güzeli. Daha ötesi var mı?

"Yok, ben 16 yaşında lisede okuyan Filiz ile beraberim. Onuncu sınıfta. Komşuyuz aynı sokakta, komşu kızı. Bir de kardeşi var ufak. Bana geliyor 'Engin ağabey' diyerek fotoğraf istiyor benden. O bizim hani artist fotoğrafları var ya meşhur imzalayıp verdiğimiz. Bir gün dedi ki bana; 'Ablam seninle röportaj yapmak istiyor. Müsait misin?' 'Kim kızım senin ablan? dedim. 'Biz aşağıda oturuyoruz.' dedi. 7 apartman yanda. Ben o hafta film çalışmasından gelmişim. Geceden yorgunum. Tatil vermişler. Camı açtım, nefes alıyorum, nefes veriyorum baktım sokağın köşesinde çok güzel bir kız geliyor. O zaman böyle maksi pantolon, uzun saç falan. Dedim 'Kim bu yahu?' Bir arkadaşım da bana, 'Sizin sokakta çok güzel bir kız var. Bizim yazlıktan komşumuz.' dedi. Baktım bu kız geliyor. Acaba bu söyledikleri kız o mu? Ben kimseyi tanımam. Ben zaten sabahın köründe gidiyorum işe, akşam geliyorum. Öyle bir kızla falan görüşmem yok. Geldi. O da şöyle bir baktı bana. Ben de camdan dışarıya bakıyorum. İndi aşağıdaki sokağa. Ben de baktım 6 apartman sonra içeriye girdi. 'Benim arkadaşın söylediği kız bu.' dedim kendi kendime. Kardeşi de deyince 'Ağabey bizim evimiz de şurada aşağıda', 'Nerede kızım?' dedim '6 apartman aşağıda.' deyince anladım ki ablası o. Dedim 'Gelsin.' Röportaja geldi benimle. Onuncu sınıfta, 16 yaşında. Yani yarışma ondan sonra. 16 yaşından beri bende. Yarışma çok sonra. Müsaade aldı benden."

Yani ilk aşkınızsınız birbirinizin öyle mi?

"Tabii. 16 yaşında kız zaten. Bir baktı, ama ben de öyle kaldım. Geldi elinde defter. İşte isminiz ne? Ne zaman başladınız? Dedim, 'Dur güzelim. Sen o defteri bırak. Ben onu okur, güzel cevapları yazarım 2-3 güne kadar. Bir de filmlerden fotoğraflar da koyayım ki, edebiyat öğretmeninden not alacaksın. Onu hazırlayıp sonra sana vereyim.' dedim. Bir daha göreyim, kızı diye düşündüm. 'Tamam.' dedi, bıraktı. Sonra 2-3 gün sonra küçük kız geldi, 'Ablana söyle, ben yazdım cevapları, gelsin alsın.' dedim. 'Yok, annem sizi yemeğe davet ediyor.' dedi. Anne, kayınvalidem. Yani ben o zaman gitmişim. Sonra anladım işi. Yemeğe davet ettiler. Babası rahmetli olmuş. Ben babasını tanımadım hiç. Sonra, 'Çok teşekkür ederim dedim yakın ilginize. Müsaade ederseniz kızınızı bir akşam, o zaman diskolar var, ben davet ediyorum.' dedim. 'Aa, tabii.' dedi. Anne de bana vermiş o zaman kızı. Herkes zannediyor ki, ben kızı Türkiye güzeli, Avrupa güzeli olduktan sonra buldum. Hayır ilk ben buldum, 16 yaşında. Bu çok önemli. Sonra 'Hürriyet Gazetesinin yarışmasına girmek istiyorum.' dedi. LCC'nin mankenlik kursu vardı oraya gidiyordu. 'Müsaade eder misin?' dedi. LCC'nin sahibi de benim arkadaşımdı rahmetli Mesut. Ona da, 'Mesut bir kız gönderiyorum, dikkatli olun bir yanlışlık olmasın. Kız benim.' dedim. Herkesin eller yukarıda, kimse yaklaşamıyor. Ondan sonra oradakiler hep meşhur oldu. O dönemin kızları hep yarışmalara girdiler. Bizimki de yarışmaya girdi. Hürriyet'in Türkiye Güzeli yarışmasına. Aa bir baktım bizim kız Türkiye Güzeli oldu. Dedim, Tamam.' Ama bizim de işte 2 senedir falan beraberliğimiz var."

Tedirgin oldunuz mu hiç Türkiye Güzeli olunca?

"Hayır. niye tedirgin olacağım? Türkiye'de kimse benimle başa çıkamaz. Bilmem anlatabildim mi? Bir yanlışlık olursa orası biraz karma karışık olur. Ama herkes çok saygılı tabii. Sonra Türkiye güzeliyle, Engin Çağlar beraber, herkes biliyor. Ses Mecmuasında vs. hepsinde röportajlar çıkıyor. 'Her sene Türkiye güzeli Avrupa'ya gidiyor. Avrupa'daki yarışmaya katılıyor. Seninki de işte Avrupa'ya katılacak, Türkiye'yi temsil edecek.' dediler. 'Hazırlan, gidiyorsun.' dedim. 'Biliyorum.' dedi, gitti Avrupa'ya. Ben de bir gün Boğaz kenarında oturuyorum. O zaman yazlık evimiz var deniz kenarında. Televizyon bas bas bağırıyor, 'Türk kızı Avrupa Güzeli oldu.' diye. Ben de çay içiyorum, 'Kim ulan bu Türk kızı Avrupa güzeli olmuş?' diye bir baktım, bir dakika, bizim kız bu. Bir daha baktım 'Filiz Vural Avrupa Güzeli.' deniyor. Hikayemiz böyle. Sonra döndü geldi, tebrik ettik tabii. 'Güzelim sağ ol. Çok güzel temsil ettin, derece getirdin ülkemize. Etkiledin.' dedim. Ama Hürriyet gazetesiyle bir anlaşma yapılmış, Hürriyet'in her sene öyleymiş kuralı. Bir sene evlenemez, şartı var. Çünkü bir sene belirli yerlerde temsil edecek Türkiye'yi. Avrupa'daki defilelere gitti. Hürriyet Gazetesinin Türkiye'deki etkinliklerinde yer aldı. Hep başrolde onu götürdüler. Bir seneyi de öyle bekledik. Ama tabi biz beraberdik. 1972 senesinde evlendik. Elli seneyi geçtik. Geçenlerde kitap çıktı. 50 sene evli olan meşhurlar diye. 7 çift varız. İşte onlardan bir tanesi de biziz. Hala röportaj devam ediyor daha."

"Benim gerçek ismim Çağlan Övet"

Maşallah. 2 oğlunuz var ve oğullarınızdan bir tanesi sizin gerçek isminizi aldı değil mi?

"Evet 2 oğlum var. Benim gerçek ismim Çağlan. Türkiye'de tek isim. Çağlar var, Çağlayan var. Çağlan, Ege bölgesinde bir köyün ismi. Babam orayla ticaret yaparken Çağlan Köyünün ismi için 'Ne güzel isim.' demiş. Çağlan, yani bir çağ kadar yaşa, yüz sene kadar yaşa demek manası. Bir tek bende var."

O zaman siz sinemada isminizi Engin Çağlar olarak değiştirdiniz öyle mi?

"Evet, Ses Mecmuası yazarı rahmetli bir arkadaş dedi ki, 'Senin Çağlan Övet adın soyadın ama daha akılda kalan daha kolay bir isim, sinema ismi bulalım. Sinema ismin Engin olsa ya?' dedi. İsmim Engin olsun ama Ben Çağlan ismini hem seviyorum hem de babam koymuş. Ama hem Engin hem Çağlan 'n' ile bitiyor. 'Çağlar' yapalım ki anonslar da vursun 'Engin Çağlar' diye dedim. Oradan çıktı isim. Ben kullanamadım ama nüfus kağıdım Çağlan Övet. Oğlumun da nüfus kağıdı Çağlan Övet. Dedim bari oğlum kullansın. Güzel isim ve başka kimsede yok."

Yeşilçam'da sayısız isim var hem birlikte oynadığınız hem yakinen tanıdığınız. Anılarınızda kimler var?

"Evet tabii sayısız. Neriman (Köksal) abla Türk sinemasının baş kadın oyuncularından biri. Boylu, poslu, uzun bukleli saçlı. Burada Şişli'de meydanda oturuyordu. Komşuydu bize. Sadri (Alışık) ağabeyle Neriman abla aynı apartmanda altlı üstlüydü daireleri. Ben de hemen bir arka sokakta oturuyorum. Onları görüyordum. Arkadan bakardım. Neriman abla bir yürür yer yerinden oynardı. İnsanlar dükkanlardan çıkıp bakardı, Neriman Köksal geçiyor diye. Tabii benden yaş olarak büyük. Yıllar sonra Antalya'da bir film çekilecekti. Annem, Neriman Köksal oldu. Kadro çok iyiydi ve alt kadroya da çok önem veriyorlardı. Neriman Köksal denince, ben kaldım böyle. 'Neriman abla ile oynamak büyük bir keyif olacak.' dedim. Anne rolü oynuyor artık ve annemi oynadı. Dedim ki, 'Ya Neriman abla ben Şişli'de oturuyorum. Hepimiz senin arkandan bakardık.' 'Biliyorum. Farkındaydım.' dedi. Çok sevilen insanlardı. 'Sadri ağabeyle de çalıştım ben. Sadri ağabeyle altlı üstlü otururdunuz, bizim apartmanımız da oradaydı.' dedim. 'Ben Şişli'nin muhtarıyım.' dedim. Ben 11 yaşında geldim Şişli'ye. Şişli daha ilçe değildi, Beyoğlu'nun mahallesiydi. 3-4 sene sonra Şişli ilçe oldu. Ben İstanbul'un tarihiyle beraber büyüdüm. Münir (Özkul) ağabey filmde baba rolündeydi. Müthiş bir oyuncu çok sevdiğim bir insandı. O da babamı oynadı. Çok güzel bir film çektik Banu Alkan'dı sanıyorum kız. Bir kotra kaptanıydım."

Oyunculukla birlikte hayatınız boyunca hem bütün meslekleri tadıyor hem de zinde kalıyorsunuz bir anlamda değil mi?

"İnsanları o diri tutuyor. Yani yaşlanıyorsun neden? Herkes yaşlanıyor. Senin de bir yaşın var, kameraman arkadaşın da benim de. Herkesin bir yaşı var. Yaşlanmak Allah'ın emri. İhtiyarlamayacaksın. Bak bu önemli bir laf. İhtiyarlamayacağız. İhtiyarladığın an hapı yuttun. Ama yaşlanmak, tecrübe kazanıyorsun demek. Yaşlanıyorsun, bu tabiat kanunu. Bütün yaşayan varlıklar yaşlanıyor ve ölüp gidiyor. Biz de yaşlanıyoruz ama 'İhtiyarladım. Kenarda oturayım, ayağım tutmuyor, kolum oynamıyor.' dediysen hapı yuttun."

Gençlik yıllarınızda Galatasaray'da hem futbol oynadınız hem de yüksek atlama sporu yaptınız. Sizin bugünkü bu duruşunuz ve diri olmanız spora da bağlı olmalı.

"Evet. Robert Kolejine girdiğimde herkesi spora da kanalize ediyorlardı. Ben 400 metre koşuyordum. Bir de yüksek atlıyordum, 12-13 yaşındayken. 17 yaşında futbol oynuyordum ve okulun futbol takımına seçtiler. Benden bir sınıf büyüklerin arasına girip futbol takımının santraforu oldum. Rahmetli Suat Mamat vardı Galatasaray'da, o görmüş. Demişler ki, bir çocuk var, yaşı da uygun. Genç takımdan başlarsa A takımında oynar, profesyonel olur. Çünkü bakıyor, görüyorlar, her yerde arıyorlar. Suat ağabeyle sonra tanıştım ben. Sarıldık, öpüştük. Rahmetli oldu tabii. Aldı beni, götürdü Galatasaray'a. Ben bir sene Galatasaray'da oynadım. İsfendiyar (Açıksöz), Suat (Mamat), Metin (Oktay), Kadri (Aytaç), Güngör, milli takım, Galatasaray. Kalede Turgay Şeren, Coşkun Özarı. Herkes var. Ben de yetişiyorum. 18 yaşındayım. Galatasaray'da futbol oynadım bir sene. Sonra annem dedi ki, 'Ne futbolu? Serseri olursun oğlum.' dedi."

Öyle mi dedi?

"Tabii. O zaman futbolda şimdiki gibi paralar da yok. Futbol oynayamadım. O zaman serseri olamadım. Sonra sinemaya girince serseri oldum. 'Serseri' çok güzel bir laftır. Serseri, serinin başı demek. 'Ser' baş demek. Serseri, Seri başı yani en önemli insan demek. Bizde serseri diyorlar. Fakat serseri olmak için çok marifetinin olması lazım. Ben işte o zaman serseri oldum. Bilmem anlatabildim mi?"

Serseriyim diyorsunuz yani.

"Tabii ya. En baştayım ben. Seri başıyım."

Bir film projeniz olduğunu söylediniz "Babam Benim" isminde. Ona mı hazırlanıyorsunuz şimdi? Başka neler yapıyorsunuz?

"Evet, 'Babam Benim'. Ona ne zamandır hazırlanıyorum ama Türkiye'nin şartları uygun hale gelmedi. Filmlerin de hasılatları malum. Ayrıca Mecidiyeköy'de Black Sahne'de pandemiden evvel sinema dersi, temel oyunculuk, kamera önü oyunculuğu dersleri veriyordum. Ama pandemide bizim yaş grubunun sokağa çıkması, toplantı yapması yasak olunca, çocuklara, öğrencilerime dedim ki 'Ara verelim, pandemi devri geçsin, bitsin ki rahat edelim.' Ama şimdi de ekonomik şartlar müsait değil. Benim o yerim duruyor, kapıda tabelam da var. Derslere henüz başlamadık ama ne zaman olsa devam edeceğim bir okulum, yerim var. Bir de dizi çekenlerin de bir kısmını tanıdığım için eğitim verdiğim öğrencilerime 'Git şuraya arıyorum ben.' diyorum. Arayıp proje olan tanıdıklarımı da 'Bir öğrencimi göndereceğim. İyidir, bakın biraz diyaloglu bir rol verin.' diyorum. Çünkü daha çok figüran gidiyorlar oralara, yeni genç öğrenciler. Yani arkada duran arkadaşlar olarak gözüküyorlar. Bizde de çok figüran vardı. Ama biz figüran demezdik. 'Arkada duran arkadaşlar' derdik. Oyuncuların arkasında duruyor ya onlar. 'Figüranlar gelin.' deyince kızarlar, alınırlardı. 'Arkada duran arkadaşlar, biraz sağınıza gelin.' denirdi."

Film-San ile Frankfurt Film Festivali ortaklığınız devam ediyor mu? Film-San ile ilgili yeni projeleriniz var mı?

"Frankfurt Film Festivali ile anlaştık. Devam ediyoruz. Türk-Alman ortalığı. Ben Almanca ve Frankfurt'u da bildiğim için festivalle ilgili iletişim, yazışma, oraya gidip konuşma yapma ve gidip gelmeleri sağlıklı bir şekilde benimle devam ettirdiler. Yani o işler için en sağlıklı insan benim aslında. Ama iki senedir gidemedim bu sıkıntılardan dolayı. Şimdi devam ediyor anlaşmamız ama onlar her sene ayrı bir anlaşma yapıyorlar. Frankfurt'ta Türk Filmleri Haftası yapılıyor. Bir hafta sürüyor. Buradan giden filmler, oyuncular ve teknik ekip ödül alıyor, Frankfurt'ta kalıyorlar. İkiye bölüyorlar takvimi. İlk 3 gün bir grup gidiyor, sonra onlar dönüyor. İkinci 3 gün başka grup. Aşağı yukarı 80 kişi buradan Frankfurt Film Festivali için gidiyor. Ben Frankfurt'a çok gittim, gezdim, yaşadım. Pek sevimli gelmemişti bana. Münih'te kaldım. Münih güzeldir. Bir de kuzeyde Hannover'de kaldım. Hannover ve civarı Hochdeutsch diyorlar. Yani Yüksek Almanca konuşulan bölge. Her bölgenin kendi diyalekti var. En iyi Almancayı Hanover Hildesheim'da konuşuyorlar. Ben de oraya gittim, kaldım. Oranın Almancasıyla konuşuyorum. Herkesin anladığı, bildiği, sevdiği bir Almanca konuşuyorum. Orayı biliyordum. Mesela Köln'de Kölsch diye bir şey konuşuyorlar. Bizim doğudaki yerler var ya her bölgenin diyalekti farklı ama hemen anlarsın diyaloglarında nereli olduğunu. Her ülkede var. Almanya'da da var tabi. Almanya'da en iyi Almanca konuşulan yerde öğrendim Almancayı. Konuşuyorum hala ama unutuyor insan. Ben çok lisanla ilgili bir şey yapmadım. İngilizcem de çok iyi benim."

Harikasınız.

"Yani paraşütle dünyanın herhangi bir yerine atsalar beni, hemen başlarım konuşmaya. İngilizce, Almanca, az Fransızca, Ama uzak doğu konuşmam."

Görüyorum ki çok mutlu bir adam olarak bir ömür geçirmişsiniz ve sinemacı Engin Çağlar olarak da çok sevilen bir sanatçısınız. Kendinizle ve bunca yıllık hayat birikiminizle ilgili son olarak mesajınızı almak istiyorum.

"Evet, çok sevilen. Hepsi sağ olsunlar. Tabii beni seven çok. Nereye gitsem, Anadolu'daki bir şehre, onlarla ilgili bir festivale, bir sinema etkinliğine yer yerinden oynuyor. Türkiye'de en çok sevilen insan, sinema oyuncusudur. İstanbul'da yaşadığım yerlerde herkes biliyor, tanıyor. Selam veriyorum. Benim bıyıklarım meşhurdu. Sokakta yürümek mümkün değil. Herkes tanıyor. Bıyıkları da kestim, gözlük de takıyorum güzel oldu. Çünkü tanıdıkları anda hemen 'Ağabey bir dakika bir fotoğraf çekelim.' Sokakta yürümenin mümkünü yok. Ben mesela ilk zamanlar Şişli'de oturuyorum. O çok meşhur dönemde geldim Şişli'ye. Şişli'den bindim Taksim'de indim. Bütün film şirketleri, Yeşilçam sokakta ve yukarıdaki Narmanlı Han'da. Beyoğlu’na girdim, yürüyorum, baktım insanlar bir garip, yana açılıyor herkes. 'Ne oluyor ya?' dedim, bir şey oluyor. Benim geldiğimi görmüşler, herkes kenarda duruyor hep dönüp bana bakıyor. 'Ya bunlar bana bakıyor, eyvah.' dedim ama hızla yürüyorum ki, bütün Beyoğlu durdu. Çok önemli bir gündü benim için. Bütün Beyoğlu'ndaki yürüyen insanlar duruyor ve sana bakıyor. Hemen oradan girdim bir film şirketinin içine. Bu müthiş bir şeydi. Yani işte öyle geçti benim ömrüm."

Dileriz daha uzun yıllar bu mutluluğu yaşarsınız sağlıkla, yine görüşürüz.

"Evelallah, daha ayaktayım yani. Çok teşekkür ediyorum yayınınız, beni aradığınız ve böyle güzel bir röportaj yaptığınız için. Bunu tabii ben de saklayacağım anılarımın içinde. İnşallah bundan sonraki günlerde de beraber olmak ümidiyle çok teşekkür ediyorum." / AA

Önceki ve Sonraki Haberler

HABERE YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.