"Bir yanım öyle, bir yanım böyle"
GELİN, bütün önyargılarımızı, kendimizin işine gelen tarafları, rakibi yok etme, taammüden şirket batırma kastını bir yana bırakıp, çok önemli bir meseleyi tartışalım.
Önceki gün aşağı yukarı aynı saatlerde önüme iki haber geldi.
Birincisi Yargıtay'ın “Ergenekon Savcıları hakkında dava açılabilmesi ile ilgili kararı”ydı.
Öteki ise İtalyan Anayasa Mahkemesi'nin “Berlusconi'nin dokunulmazlığını kaldırması.”
Samimi olarak söylüyorum, bu iki haberi de okurken kendimi çözülmesi zor bir çelişki içinde buldum.
***
Berlusconi'nin dokunulmazlığının kaldırılmasından başlayayım.
Dokunulmazlık, Türk Parlamento hayatının, delinmesi en zor zırhıdır.
Ben Meclis çalışmaları nedeniyle yapılan eylemler, söylenen sözler üzerinde bir dokunulmazlık zırhının olmasını hep savundum.
Ayrıca öteki konularda da dokunulmazlığa karşı çıkmadım.
Bugün de görüşüm değişmiş değil.
Bunda, milletvekilleri, bakanlar ve başbakanların bazı savcıların keyfi uygulamalarına maruz kalmalarından duyduğum endişe de rol oynadı.
Ancak İtalyan Anayasa Mahkemesi Berlusconi'nin dokunulmazlığını kaldırırken çok önemli bir gerekçeye dayandırdı.
“Vatandaşlar arasında eşitlik” ilkesine.
Öyle ya, aynı kriminal davranışı yapan iki kişiden biri başbakan, bakan, milletvekili, muhalefet milletvekili; öteki sıradan vatandaşsa ve vatandaş olanı cezalandırılıp, başbakan ve siyasetçi olanı cezalandırılmıyorsa, burada apaçık bir eşitsizlik söz konusu değil mi?
Hele hele o başbakan, bakan veya öteki siyasetçi, bazı insanlara, şirketlere telafisi mümkün olmayan zararlar verecek kadar gaddarlaşmış uygulamalar yapıyorsa, bunun hiçbir cezası olmayacak mı?
Böyle bir keyfiyet, dokunulmazlık zırhı altında korunabilir mi?
***
Evet, çok samimi olarak derin bir çelişki yaşıyorum.
Bir yanım, dokunulmazlık devam etmeli diyor.
Ama öteki yanım en az o kadar güçlü şekilde “Dokunulmazlık zırhı kaldırılmalı” diyor.
Tabii şu soru da aklıma gelmedi değil.
Acaba Türk Anayasa Mahkemesi benzer bir karar alsaydı, tepkiler ne olurdu?
Ergenekon savcıları ile ilgili konuda da aynı durumdayım.
Bu savcılar gerçekten büyük bir iş yapıyorlar.
Sonunda Türk demokrasisinin bir daha badirelerden geçmemesi için, tarihi önemde bir davayı sürdürüyorlar.
Dolayısıyla onları koruyacak hukuki zırhlarının olması son derece önemli.
Ama aynı savcıların keyfi bazı uygulamalar yüzünden birçok insanın canını yaktığını, telafisi mümkün olmayan zararlar verdiklerini, hatta bazılarının hayatına mal olduğunu düşündüğüm zaman, Yargıtay'ın aldığı kararı çok yerinde buluyorum.
Keyfi ve izinsiz telefon dinlemelerini, özel hayata ait, davayla hiç ilgisi olmayan bilgilerin dosyalara konduğunu, sızdırıldığını gördükçe bu duygum güçleniyor.
Keza bürokrasinin bazı keyfi uygulamaları, siyasetçiler adına tetikçilik yapmaları ile ilgili giderek yaygınlaşan, hatta özerk olması gereken kurumları bile içine alan örnekler de beni zorluyor.
İnsanlara, şirketlere verilen maddi zararların hesabının da verilmesi gerekmez mi?
Yani bürokrat korunurken, onun gazabına uğrayan kişi ve şirket de korunmalı diye düşünüyorum.
***
Demokrasi, sadece anayasalar, kanunlar, yönetmeliklerden ibaret bir rejim değil.
Belki de hepsinden önemlisi, bunları uygulayacak bir demokrasi kültürünün kural haline gelmesi gerekiyor.
O kanunları kim uygulayacak, hangi zihniyetle uygulayacak.
Elinde güç bulunan siyasilerin, bürokratların intikam duygularını, öfkelerini, kinini “çoğunluğun zulmü” haline dönüştürmesine mani olacak bir kültürden söz ediyorum.
Türkiye'de demokrasinin geleceğini belirleyecek olan temel etken bu olacaktır.
Demokrasi kültürü.
Bu kültürü demokrasinin vazgeçilmez şartı haline getiremezsek, bugün bize yapılan zulüm, emin olun, yarın iktidar değiştiğinde başkalarının canını, malını yakacaktır.
Hele hele bu yöntemlerin, rakipleri, sinirlendiğimiz kurum ve insanları susturmanın hatta yok etmenin çok etkili bir aracı olduğunu herkes anlamışsa.
Bugün dostlarınızın, yandaşı olduklarınızın yaptığını, yarın başkalarının yapmasına nasıl mani olacaksınız...
Ertuğrul Özkök/Hürriyet
GELİN, bütün önyargılarımızı, kendimizin işine gelen tarafları, rakibi yok etme, taammüden şirket batırma kastını bir yana bırakıp, çok önemli bir meseleyi tartışalım.
Önceki gün aşağı yukarı aynı saatlerde önüme iki haber geldi.
Birincisi Yargıtay'ın “Ergenekon Savcıları hakkında dava açılabilmesi ile ilgili kararı”ydı.
Öteki ise İtalyan Anayasa Mahkemesi'nin “Berlusconi'nin dokunulmazlığını kaldırması.”
Samimi olarak söylüyorum, bu iki haberi de okurken kendimi çözülmesi zor bir çelişki içinde buldum.
***
Berlusconi'nin dokunulmazlığının kaldırılmasından başlayayım.
Dokunulmazlık, Türk Parlamento hayatının, delinmesi en zor zırhıdır.
Ben Meclis çalışmaları nedeniyle yapılan eylemler, söylenen sözler üzerinde bir dokunulmazlık zırhının olmasını hep savundum.
Ayrıca öteki konularda da dokunulmazlığa karşı çıkmadım.
Bugün de görüşüm değişmiş değil.
Bunda, milletvekilleri, bakanlar ve başbakanların bazı savcıların keyfi uygulamalarına maruz kalmalarından duyduğum endişe de rol oynadı.
Ancak İtalyan Anayasa Mahkemesi Berlusconi'nin dokunulmazlığını kaldırırken çok önemli bir gerekçeye dayandırdı.
“Vatandaşlar arasında eşitlik” ilkesine.
Öyle ya, aynı kriminal davranışı yapan iki kişiden biri başbakan, bakan, milletvekili, muhalefet milletvekili; öteki sıradan vatandaşsa ve vatandaş olanı cezalandırılıp, başbakan ve siyasetçi olanı cezalandırılmıyorsa, burada apaçık bir eşitsizlik söz konusu değil mi?
Hele hele o başbakan, bakan veya öteki siyasetçi, bazı insanlara, şirketlere telafisi mümkün olmayan zararlar verecek kadar gaddarlaşmış uygulamalar yapıyorsa, bunun hiçbir cezası olmayacak mı?
Böyle bir keyfiyet, dokunulmazlık zırhı altında korunabilir mi?
***
Evet, çok samimi olarak derin bir çelişki yaşıyorum.
Bir yanım, dokunulmazlık devam etmeli diyor.
Ama öteki yanım en az o kadar güçlü şekilde “Dokunulmazlık zırhı kaldırılmalı” diyor.
Tabii şu soru da aklıma gelmedi değil.
Acaba Türk Anayasa Mahkemesi benzer bir karar alsaydı, tepkiler ne olurdu?
Ergenekon savcıları ile ilgili konuda da aynı durumdayım.
Bu savcılar gerçekten büyük bir iş yapıyorlar.
Sonunda Türk demokrasisinin bir daha badirelerden geçmemesi için, tarihi önemde bir davayı sürdürüyorlar.
Dolayısıyla onları koruyacak hukuki zırhlarının olması son derece önemli.
Ama aynı savcıların keyfi bazı uygulamalar yüzünden birçok insanın canını yaktığını, telafisi mümkün olmayan zararlar verdiklerini, hatta bazılarının hayatına mal olduğunu düşündüğüm zaman, Yargıtay'ın aldığı kararı çok yerinde buluyorum.
Keyfi ve izinsiz telefon dinlemelerini, özel hayata ait, davayla hiç ilgisi olmayan bilgilerin dosyalara konduğunu, sızdırıldığını gördükçe bu duygum güçleniyor.
Keza bürokrasinin bazı keyfi uygulamaları, siyasetçiler adına tetikçilik yapmaları ile ilgili giderek yaygınlaşan, hatta özerk olması gereken kurumları bile içine alan örnekler de beni zorluyor.
İnsanlara, şirketlere verilen maddi zararların hesabının da verilmesi gerekmez mi?
Yani bürokrat korunurken, onun gazabına uğrayan kişi ve şirket de korunmalı diye düşünüyorum.
***
Demokrasi, sadece anayasalar, kanunlar, yönetmeliklerden ibaret bir rejim değil.
Belki de hepsinden önemlisi, bunları uygulayacak bir demokrasi kültürünün kural haline gelmesi gerekiyor.
O kanunları kim uygulayacak, hangi zihniyetle uygulayacak.
Elinde güç bulunan siyasilerin, bürokratların intikam duygularını, öfkelerini, kinini “çoğunluğun zulmü” haline dönüştürmesine mani olacak bir kültürden söz ediyorum.
Türkiye'de demokrasinin geleceğini belirleyecek olan temel etken bu olacaktır.
Demokrasi kültürü.
Bu kültürü demokrasinin vazgeçilmez şartı haline getiremezsek, bugün bize yapılan zulüm, emin olun, yarın iktidar değiştiğinde başkalarının canını, malını yakacaktır.
Hele hele bu yöntemlerin, rakipleri, sinirlendiğimiz kurum ve insanları susturmanın hatta yok etmenin çok etkili bir aracı olduğunu herkes anlamışsa.
Bugün dostlarınızın, yandaşı olduklarınızın yaptığını, yarın başkalarının yapmasına nasıl mani olacaksınız...
Ertuğrul Özkök/Hürriyet