ABD’nin son popülist-realist başkanı Donald Trump mı?

Trump ile Biden arasındaki başkanlık yarışını adayların kişilik özelliklerine ya da siyaset tarzlarına bakarak değerlendirmek Amerikan siyaseti hakkında bize doğru bir resim sunmaz.

Amerikan halkı 2016 yılında ulusal alanda popülist, uluslararası alanda ise realist siyaset takip eden bir başkanı iktidara getirdi. ABD’nin ulusal ve uluslararası alandaki şartları göz önüne alındığında, halen ve belki de daha da fazla popülist-realist bir siyaset takip eden başkan üretme potansiyeli var. 3 Kasım 2020 seçimlerini popülist-realist bir başkanlık sergileyen Donald Trump’ın alamamış olması bu gerçeği değiştirmiyor. Burada cevaplanmayı bekleyen iki soru var: Birincisi, Amerikan siyaseti neden tarihin bu noktasında popülist-realist bir başkan üretti ve üretmeye devam edecek mi? İkinci soru ise son dört yıllık başkanlığı süresince genel hatlarıyla popülist-realist bir siyaset takip etmesine rağmen Trump 2020 seçimlerini neden kaybetti?

Uzmanlar bilerek veya bilmeyerek seçimleri bir “sevgi-nefret” çemberine sıkıştırma gayreti içindeler.

Öncelikle seçimlere yönelik tartışmada önemli bir noktayı açıklığa kavuşturmalıyız. Trump ile Joe Biden arasındaki başkanlık yarışını adayların kişilik özelliklerine ya da siyaset tarzlarına bakarak değerlendirmek Amerikan siyaseti hakkında bize doğru bir resim sunmaz. Medyada yer alan analizlerin birçoğunun bu hataya düştüğünü görüyoruz. Medyanın siyaset üzerinde birçok olumlu etkisi olduğu kadar olumsuz etkileri de var. Geleneksel ve sosyal çeşitleriyle medyanın insan hayatı üzerinde genişleyen ve derinleşen etkisinin sonuçlarından biri olarak “gösteri toplumu” anlayışı kökleşti ve siyasetin magazinleşmesine yol açtı. Siyasetin aktörlerin kişiliklerine fazlaca odaklanarak magazin ekseninde ve normatif bir perspektiften ele alınmasında bu gelişmenin büyük payı var. Siyasi aktörlerin hangi toplumsal talepleri temsil ettiğine, yani siyasetlerine ve siyaseti kuşatan yapısal unsurlara daha az bakar hale geldik. Daha ziyade nasıl bir kişiliğe sahip oldukları ya da daha iyi bir ihtimalle ne şekilde siyaset yaptıkları üzerinde duruyoruz. Bu noktada ise kişiye ya da siyaset tarzına duyduğumuz duygusal yakınlık üzerinden normatif yargılarda bulunarak siyaseti anlamaya ve şekillendirmeye çalışıyoruz. Elbette duyguların siyasette oynadığı rolü reddedemeyiz. Siyaset de dahil her şeyin kitleselleştiği bir çağda, iktidarı ve muhalefetiyle siyasetçiler, seçmenlerin duygularını harekete geçirerek siyaset yapmak zorundalar. Fakat yine de siyaseti duygusal tepkilere endekslemenin doğurduğu körleştirici ve yozlaştırıcı bir durumla karşı karşıya olduğumuz gerçeğine de gözlerimizi kapatamayız. Bir siyasetçiye ya da siyaset tarzına sempati duymamak, bu siyasetçinin siyasetini ve bu siyasetin arkasındaki yapısal şartları anlamaya engel olmamalı. Yani siyaset algıya kurban gitmemeli.

Trump esas açısından faşist-ırkçı otoriter bir siyaseti temsil etmiyorsa, temsil ettiği siyaset gerçekte nedir? Bunu anlamanın yolu, modern dönemde siyasetin temel aktörlerinin ve siyasetlerinin ne olduğuna bakmaktan geçiyor.

ABD başkanlık seçimlerine odaklanan analizlerin önemli bir kısmında bu sorunu gözlemlemek mümkün. Uzmanlar bilerek veya bilmeyerek seçimleri bir “sevgi-nefret” çemberine sıkıştırma gayreti içindeler. Bunda Trump’ın günahı azımsanmayacak ölçüde büyük. Muhaliflerine kendisine karşı haddinden fazla negatif duygu oluşturma fırsatı sundu. Nobran siyaset dili, sosyal medyayı fütursuzca kullanmasının meydana getirdiği hafiflik ve eğlence sektörününkine benzeyen siyaset tarzı, üzerinde “sörf yaptığı” sosyolojik başkaldırı dalgasının varlığının ve bu sosyolojik başkaldırıya yaslanan popülist-realist siyasetinin kolayca perdelenmesine müsaade etti. Üslup, esasın etkisini yaymak ve derinleştirmek yerine esasın önüne set çekti. Sonuçta, oyların neredeyse yarısına yakınını alma başarısı gösteren ancak “faşist”, “otoriter” ve “ırkçı” etiketlerinden kurtulamayan bir siyasetçi var karşımızda. Ancak şu gerçeği de göz ardı edemeyiz: Demokratik, müreffeh ve dışarıdan açık askeri tehdit altında olmayan bir ülkede faşist, otoriter ve ırkçı politika takip eden bir siyasetçi oyların yarısına yakınını alamaz. Faşist, otoriter ve ırkçı siyaset son dönemde özellikle Avrupa’da yaşanan ekonomik sıkıntılar ve jeopolitik kuşatılmış duygusunun etkisiyle yükselişe geçmiş olsa da, şimdilik sadece marjinal partiler tarafından savunuluyor. Savaş tehdidi altında olmak ve devletin çöküş yaşaması gibi, bireylerin ağır bir baskı altına girdiği çok istisnai şartlar olmadığı sürece, faşist-ırkçı siyasetin toplumdan onay alarak ana-akım siyaset haline gelmesi pek mümkün değil. Bunun sağlamasını yapmak için 1930’larda Almanya ve İtalya gibi ülkelerin tecrübelerine bakmak kâfi. Bu ülkeler iki savaş arası dönemde askeri-ekonomik ağır şartların etkisiyle kolayca faşizme teslim olurken, savaş sonrası dönemde faşizmi üreten faktörlerin ortadan kalkmasının ardından hızlı bir şekilde demokratik bir yola girdiler ve bu yolda istikrarlı bir şekilde devam ettiler.

Modern siyasetin zemini

Şayet Trump esas açısından faşist-ırkçı otoriter bir siyaseti temsil etmiyorsa, temsil ettiği siyaset gerçekte nedir? Bunu anlamanın yolu, modern dönemde siyasetin temel aktörlerinin ve siyasetlerinin ne olduğuna bakmaktan geçiyor. Birçok akademik metinde, modern-öncesi dönemde kral, kilise, aristokrasi ve köylüler arasındaki güç dengelerinin ve ittifakların siyaseti şekillendirdiği işlenir. Örneğin Fransız Devrimi kral ve kiliseye karşı aristokrasi ve köylü ittifakının bir sonucudur. Modern dönemi modern-öncesinden ayıran en önemli unsurlardan biri, siyasetin yeni aktörlere ve yeni kurumsal yapılara kavuşmuş olmasıdır. Modern dönemin başat siyasi aktörleri devlet bürokrasisi, sermaye sınıfı ve geniş halk kitleleridir. Kurumsal açıdan ise monarşi yerini temsili demokrasiye, saray da yerini parlamentoya bırakmıştır. Devletin siyasetinin çerçevesini seçkincilik (elitizm), sermayenin siyasetinin çerçevesini çoğulculuk (plüralizm), halk kitlelerinin siyasetinin çerçevesini de popülizm çizer. Seçkincilik siyasi iktidarın devletin elinde toplanmasını ve kararların bu seçkin zümre tarafından alınmasını salık verirken, çoğulculuk ise özel mülkiyet ve buna eklenen diğer haklar adına siyasi iktidarı sınırlamanın ve dağıtmanın gereğine vurgu yapar. Popülizm ise siyasi iktidarın halkın temsilcilerinin elinde toplanması ve politikaların belirlenmesinde de milletin iradesi ve çıkarlarının esas alınması gerektiğinin altını çizer. Sonuçta bir tarafta siyasi iktidarı merkezde konumlandıran ve siyaseti piyasanın çıkarlarının önüne koyan seçkinci ve popülist güçler, diğer tarafta ise siyasi iktidarı piyasanın çıkarlarına göre dizayn etmeyi ve gerektiğinde sınırlandırmayı ve dağıtmayı esas alarak siyaset yapan çoğulcu güçler yer alır. Seçkinci ve popülist güçler arasında da, merkeze konumlandırılan siyasi iktidarın devletin âli çıkarları için mi, yoksa geniş toplum kesimlerinin çıkarları için mi kullanılacağı hususunda bir ayrışma yaşanır.


Trump uluslararası alanda imperiumu dominiuma hâkim hale getirmeye çalıştı. Bunun için ekonomik milliyetçiliğe ve Amerikan devletinin uluslararası sistemdeki sorumluluklarını azaltma ve sınırlarının gerisine çekilme stratejisine başvurdu. Trump’ın realizminin özü buydu.

Modern dönemde siyasetin zeminini oluşturan ikinci bir kırılma da uluslararası siyaset alanında gerçekleşmiştir. Modern öncesi dönemde uluslararası ilişkiler kendi yağıyla kavrulan ve ekonomik ve kültürel olarak büyük oranda dışarıya kapalı imparatorluklar tarafından belirleniyordu. Ekonomi siyasetin mutlak kontrolü altındaydı; siyasetin ve ekonominin alanları arasında tam bir örtüşme vardı. Modern dönem, imparatorlukların çöküşüne ve ekonomi ile siyasetin alanlarının ayrışmasına şahitlik etti; ekonomi siyasetten bağımsız hareket etmeye başladı. Artık bir tarafta çoğul egemen devletlere bölünmüş bir uluslararası “siyasi” alan, diğer tarafta ise uluslararası sermayenin kontrolünde yekpare bir küresel “ekonomik” alan ortaya çıktı. Bu dönüşümün billurlaştığı bir dönemde yazan Alman düşünür Carl Schmitt’in ifadesiyle, uluslararası düzen birbiriyle iç içe geçmiş “imperium” (siyasetin alanı) ve “dominium” (ekonominin alanı) katmanlarından oluşmaktadır ve bu iki katman arasında yaşanan ayrışmalar ve örtüşmeler uluslararası siyaset açısından belirleyici olmaktadır.

Modern siyasi düzenin evrimi

Modern dönemde siyaset bu aktörler arasındaki güç dengeleri ve ittifak ilişkileriyle belirlenmektedir. Ülkeden ülkeye farklılık gösterse de sermayenin küreselleşmesi, yani dominiumun varlığı, ülkeler arasında siyasi gelişmeler açısından bir senkronizasyon sağlamaktadır. Avrupa’yı sarsan Napolyon savaşlarının ardından, 1815’te kurulan Viyana düzeni –ki imperium-dominium ayrışmasının ilk defa bariz olarak hissedildiği dönemdir– 1830’larda İngiltere hegemonyasıyla taçlanmıştır. İngiliz hegemonyası uluslararası açıdan imperium ile dominium katmanlarının büyük ölçüde örtüştüğü, içeride de doğal olarak devlet-sermaye ittifakının yaşandığı bir dönem oldu. Bu dönemde siyaseti kasıp kavuran popülist ayaklanmalar, içeride ve dışarıda kurulu düzen açısından istikrarsızlık doğursa da bir şekilde bastırıldı. İngiliz hegemonyası 1870’lerde düşüşe geçti. Bunun en temel sebebi Avrupa’da (Almanya başta olmak üzere) devletçi-milliyetçi bir tepkiyle karşılaşmış olmasıdır. Böylece imperium ile dominium arasındaki örtüşme sona erdi. Almanya liderliğindeki devletçi elite karşı İngiliz devleti ile küresel sermayenin kurduğu “kutsal” ittifak arasında hegemonik bir savaş (Birinci Dünya Savaşı) patlak verdi. Almanya ve müttefikleri savaşı kaybetmiş olsalar da bu savaşın net bir kazananı ve kaybedeni olduğunu söylemek zordur. Tam da bu sebeple, sonlanmayan savaş başka bir savaşla, İkinci Dünya Savaşı’yla devam etti. 1929 ekonomik krizi dominiumun imperium üzerindeki etkisini kırarken, devletçi elitin de yeniden ve daha güçlü bir şekilde reaksiyon vermesine sebep oldu. Almanya toparlandı ve yeniden saldırdı. İkinci Dünya Savaşı Alman devlet eliti ve sermayesi ile küresel sermaye ve Anglosakson devlet elitinin oluşturduğu ittifakların bir kez daha karşılaşmasına şahit oldu. Savaş bu sefer nihai bir sonuca ulaştı: Almanya, Avrupa ve devletçilik kaybetti.

1945 sonrası dönemde ortaya çıkan Soğuk Savaş bir yandan dominiumun küresel özelliğini yitirerek dünyanın ancak yarısında hâkim olmasına ve dünyanın Amerikan ve Sovyet liderliğinde iki sözde-imparatorluğa bölünmesine yol açtı. Batı bloğunda imperium-dominium arasında özerkliğin devamı ve tam bir örtüşme söz konusuyken, Doğu bloğunda ekonomi siyasetin hakimiyeti altına girdi ve özerkliğini kaybetti. Doğu bloğunda seçkincilik çoğulculuğa ve popülizme galebe çaldı. Batı bloğunda ise sermaye, devlet eliti ve toplum arasında Sovyet tehdidi nedeniyle oluşan güçlü bir ittifaktan ve çıkar birliğinden bahsetmek mümkün. Bunun sonucunda özellikle Avrupa’da kurumsal yapılar geniş halk kitlelerinin çıkarlarını gözetecek şekilde dizayn edildi. 1960-80 arası dönemde ortaya çıkan sosyal devlet ve sosyal demokrasi gibi kurum ve ideolojiler bu dönemin bir ürünüdür.

1980 sonrasında Sovyet tehdidinin ortadan kalkması, Batı’da ve dünyada uluslararası sermayenin kendi çıkarlarını merkeze alan yeni bir kurumsallaşmaya gitmesine yol açtı. Dominiumun imperium üzerindeki etkisi hiç olmadığı kadar arttı. Bu duruma “küreselleşme” adı veriliyor. Burada yaşanan, sermayenin önündeki engellerin kalkmasının etkisiyle egemen devletin çöküşe geçmesi değil, daha ziyade siyasetin ve devletin uluslararası sermayenin çıkarlarına göre yeniden dizayn edilmesidir. Yukarıda da belirtildiği gibi, modern dönem imperium ve dominiumdan oluşan ikili bir düzen anlayışı üzerine oturmaktadır ve bu iki otonom katman arasında bir ölüm-kalım mücadelesi değil, nüfuz mücadelesinden bahsedilebilir. Somutlaştıracak olursak, sosyal devletin tasfiye süreci, en güçlü olduğu kıta Avrupası da dahil olmak üzere, bu dönemde başladı. Aynı şekilde 1945 sonrasında sadece Batı bloğunu kapsayan (Dünya Ticaret Örgütü [DTÖ], Uluslararası Para Fonu [IMF], Dünya Bankası, NATO, Birleşmiş Milletler [BM] ve benzeri) uluslararası siyasi ve kurumsal yapılar dünyanın diğer bölgelerini de içine alacak şekilde genişledi. Uluslararası sermayeyi dengeleyecek güçlü ve muhalif bir devlet elitinin ya da milli sermaye sınıfının olmayışı, siyasetin ekonominin kontrolüne girmesine yol açtı. Bu siyasete içeride “neo-liberalizm”, uluslararası alanda ise “liberal uluslararası düzen siyaseti” adı verilmekte.

Küresel sermaye karşısında ABD devleti

1980-2010 yılları arasını kapsayan bu dönem, imperiumun süper gücü ABD ile uluslararası sermayenin çıkarları arasında önemli ölçüde bir örtüşme gösterdi. Uluslararası sermaye kazanırken Amerikan devleti ve halkı da bundan istifade etti. Amerikan devleti uluslararası sermaye için siyasi-askeri gücünü kullanırken, içinde bol miktarda Amerikalının da yer aldığı uluslararası sermaye de Amerikan devletine yabancı piyasaların kapısını açmaktaydı. Ancak 2000’lerin başından itibaren uluslararası sermaye ile Amerikan devleti ve halkı arasındaki çıkar birliği sorgulanmaya başladı. Keza ABD ile uluslararası sermaye arasındaki ilişkiler, Amerikan devletinin ve yerli sermayesinin peyderpey zayıflamasına ve halkının işsizlik ve yoksulluk sorunuyla karşı karşıya kalmasına yol açtı. 2008 finansal krizi de bu durumun net bir şekilde görülmesini sağladı. Bir örnek vermek gerekirse, PEW Araştırma Merkezi’nin verilerine göre, 2001-2016 arasında üst sınıflarla alt ve orta sınıflar arasındaki uçurum akıl almaz şekilde büyüdü. Bu dönemde üst sınıfa mensup aileler zenginliklerini 1/3 oranında artırırken, orta sınıf aileler yüzde 20 oranında, alt sınıf aileler ise yüzde 45 oranında zenginlik kaybına maruz kaldı. 2016 yılı itibariyle üst sınıf aileler ortalama olarak orta sınıfın 7,4 katı, alt sınıfın ise 75 katı daha fazla zenginliğe sahipler. Bu oranlar 1983 yılında 3,4 ve 28 kat şeklindeydi. Ayrıca Avrupa ve özellikle Çin ile ABD arasındaki ekonomik ve ticari dengeler ABD’nin aleyhine gelişti. ABD ile Çin arasındaki ticaret dengesi 1985 yılında ABD’nin aleyhine sadece 6 milyon dolarken, 2000 yılında yaklaşık 84 milyar dolara, 2016 yılında da yaklaşık 347 milyar dolara ulaşarak iyice bozuldu.

Amerikan devleti aynı zamanda imperium alanında da dezavantajlı bir duruma düşmekteydi. Avrupa ve Orta Doğu’da müttefiklerinin güvenliği için gereğinden fazla askeri müdahalede bulunuyor ve savunma harcamaları yapıyordu. Örneğin 2014 verilerine göre, ABD ile birlikte Avrupa’da yer alan 28 NATO ülkesinden sadece ikisi (Yunanistan ve İngiltere) milli gelirlerinin yüzde 2’sinin üzerinde bir geliri savunma harcamalarına ayırmaktaydı. Bu durum ABD’nin kendi topraklarında terör saldırılarına maruz kalmasına, askerlerinin başkalarının çıkarları için ölmesine ve halktan toplanan vergilerin başkalarının güvenliğinin sağlanması için kullanılmasına neden oluyordu. Elbette ABD yönetici eliti içinde uluslararası sermaye ile birlikte hareket edenler için burada bir sorun yoktu. Fakat oluşan dengeler, ABD yönetici sınıfı içindeki devletçi elitin, yerli sermayenin ve halkın önemli bir kısmının tepkisini çekmeye başladı. 2008 seçimlerinde Obama bu kaygıları giderecek bir başkan adayı profili çizdi ve 10 milyon gibi büyük bir oy farkıyla seçimleri kazandı. Karşısında hem devlet hem de toplum düzeyinde, uluslararası sermaye ve imperiumu oluşturan diğer devletlerle yaşanan gerilimleri kendi lehine kullanma potansiyeli taşıyan güçlü bir aday bulunmuyordu. Cumhuriyetçiler aday olarak yerleşik düzenin bir parçası olan, silik John McCain’i aday göstermişti. Obama yaklaşık 69,5 milyon oy alırken, McCain ancak 60 milyon oy alabildi.

2012 seçimlerinde de benzer bir manzarayla karşılaştık. Bu seçimlerde en fazla dikkat çeken husus, ekonomik krizin vurduğu ülkede seçimlere katılımda bir artış olması beklenirken, yaklaşık yüzde 3,5 oranında (2008’de yüzde 61,6, 2012’de yüzde 58,2) bir düşüşün yaşanmasıydı. Bunun en önemli nedeni ise Obama’nın doğurduğu hayal kırıklığı ve Cumhuriyetçilerin ideolojik angajmanla kitlelerin taleplerini bastırmaya çalışan Mitt Romney’i aday göstermesiydi. McCain’den pek de farklı olmayan Romney karşısında Obama ciddi bir oy kaybı yaşadı. Aradaki oy farkı yarı yarıya düşerek 5 milyona geriledi. Obama yaklaşık 66 milyon, Romney ise 61 milyon oy aldı.

2016 seçimlerinde Donald Trump sürpriz bir şekilde Cumhuriyetçi Parti’nin adayı oldu. Buradaki sürpriz, siyaset eliti dışından gelen Trump’ın başkan adaylığını, delegelerin yüzde 44’ünün (en yakın rakibi Ted Cruz yüzde 25’ni aldı) desteğini alarak ezici bir üstünlükle elde etmesiydi. Cumhuriyetçi Parti’nin önde gelenlerinin desteğinden mahrum kalmasında bu sürpriz durumunun önemli rolü vardı. Trump’ın popülist-realist siyasi vaatleri, içerisinde küresel sermaye temsilcilerini ve ekonomiyi siyasete yeğleyen, sermayenin emrinde ve küçük bir devlet modelini savunan liberteryen devlet elitini bulunduran Cumhuriyetçi Parti için pek kabul edilebilir bir durum değildi. Cumhuriyetçi Parti’nin en büyük finans destekçisi Koch grubuyla Trump’ın yaşadığı sürtüşmeleri de burada not etmek gerekir. Bu sebeple, Trump ile partisinin büyük ağabeyleri arasında seçim ve başkanlığı sürecinde sürekli olarak soğuk rüzgarlar esti.

2016 seçimlerinde Demokrat Parti başkan adayı olarak Hillary Clinton’ı gördük. Küreselci sermayenin adayı olduğunu gizlemeyen Clinton –ki eşi Bill Clinton küreselcilerin gurusu konumundadır– Trump karşısında oyların çoğunu (yaklaşık 66 milyon) aldığı halde, ABD’nin kendine has seçim sistemi nedeniyle başkanlığı Trump’a kaybetti. Siyasi vaatlerinin ve tarzının hem partisinin eliti hem seçmen tabanının bir kısmı hem de genel olarak Amerikan siyaseti eliti açısından marjinal bulunmasına rağmen Trump yaklaşık 63 milyon oy aldı. Seçimlere katılım ise siyaset kurumuna olan güvenin azalması ve Trump gibi eğlence sektöründen gelen bir figürün nasıl bir performans sergileyeceğinin taşıdığı belirsizlik nedeniyle yüzde 55 gibi düşük bir oranda seyretti.

2020 seçimleri ise 1900 yılındaki başkanlık seçimlerinden beri yaklaşık yüzde 74 ile en yüksek katılımın gerçekleştiği başkanlık seçimi oldu. Henüz tam olarak resmileşmemiş sonuçlara göre, Biden 76 milyonun biraz üzerinde oy alarak seçimi kazanırken, Trump yaklaşık 71,5 milyon oy aldı ve seçimi kaybetti. Trump 2016 seçimlerinde başkanlığı “Amerika’yı yeniden büyütmek” ve “önce Amerika” gibi popülist-realist söylemlerle kazanmıştı. 2020 seçimlerine de “Amerika’yı büyütmeye devam” sloganıyla girdi ve karşı kutba yine küresel sermayeyi ve eliti yerleştirdi. Eylül 2019’da BM Genel Kurulu’nda yaptığı konuşmada, Trump bunu çok açık bir şekilde ifade ediyordu: “Gelecek küreselcilere değil, vatanseverlere aittir”.

Fakat Trump karşıtı elitin bu sefer daha fazla kenetlenmesi ve seçimlere asılmasıyla başkanlığı kıl payı kaybetti. Seçime yaklaşıldıkça Trump’ın, önüne çıkan (bir ölçüde “çıkarılan” da diyebiliriz) ırkçılık karşıtı gösterilerde ve yeni tip koronavirüs (Kovid-19) kriziyle mücadelede iyi bir performans sergilediğini söylemek zor. Ancak Trump söz verdiği gibi popülist-realist “önce Amerika” politikasına sadık kalarak vaatlerini yerine getirdi. İşsizlik oranları başta olmak üzere ülkenin ekonomik performansı, Kovid-19 patlak vermeden önce, bir sonraki seçimleri kazanmaya yetecek ölçüde, tatmin edici bir düzeydeydi. Çin’e karşı yapılan ekonomik ve ticari baskılar, Avrupalı müttefiklerle güvenlik meselelerinin ABD’nin ekonomik çıkarları açısından daha avantajlı bir noktaya evrilmesi, Meksika sınırına duvar örülmesi gibi göçmen karşıtı politikaların yürürlüğe konulması, Orta Doğu’dan askerlerin çekilmesi, İran’la nükleer anlaşmanın sonlandırılması ve iklim değişikliği gibi küresel sorunlarda sorumluluğun diğer devletlere bırakılması, Trump’ın Amerikan kamuoyundaki desteğini artırmıştı. Trump’ın kendisinden beklenen liderliği gösterdiğine yönelik bir inanç hâkimdi.

Quo vadis?

Trump uluslararası alanda imperiumu dominiuma hâkim hale getirmeye çalıştı. Bunun için ekonomik milliyetçiliğe ve Amerikan devletinin uluslararası sistemdeki sorumluluklarını azaltma ve sınırlarının gerisine çekilme stratejisine başvurdu. Trump’ın realizminin özü buydu. Ulusal alanda ise çoğunluğu ya da Amerikan toplumunun kalbini oluşturan toplumsal kesimlerin taleplerini hayata geçirmeye çalıştı. İşsizliğe çözüm bulma, yerli üretimi canlandırma ve altyapıyı yenileme gibi materyalist politikaları devreye soktu. İdeolojik olarak ise uzunca bir süredir liberal medya ve literati tarafından itilip kakılan mavi yakalı beyaz erkeği toplumda muteber hale getirmeye çalıştı. Trump’ın popülizminin özünü de bu politikalar oluşturmaktadır.

Biden hem realist hem de popülist politikalara karşı olduğunu seçim sürecinde açıkladı. Uluslararası alanda dominiuma ağırlık veren, yani liberal uluslararası düzenin kurumlarını yeniden güçlendirecek ve Amerikan devletinin dünyaya liderlik edeceği bir stratejiyi takip edeceğini Foreign Affairs dergisine yazdığı bir makalede beyan etti. Ulusal alanda ise uluslararası sermayenin etkisini artıracak ve kimliğe dayalı kültürel haklara (ırk, kadın, çevre, cinsiyet ve saire) ağırlık veren çoğulcu bir siyaset izleyeceğini kestirmek zor değil. Seçim galibiyetini açıkladığı konuşmasında herkesi kucaklamaktan ve birleştirici olmaktan bahsetmesi böylesi bir siyasetin işaretlerini verdi. Soru şu: İçeride ekonomik sıkıntılar yaşanırken kimliksel-kültürel hakların önünü daha da açmak topluma ne ölçüde bir rahatlama yaşatır? Fakirleşen bireylere kimliksel-kültürel haklar ve ayrıcalıklar tanımak ne ölçüde onları ikna ve tatmin eder?

Yine Amerikan devleti eski gücünü kaybediyor ve çok-kutuplu bir uluslararası sisteme doğru yol alıyoruz. Güç dengesinin değişmesiyle sistemik bir dönüşüm yaşanan bir dönemde, Amerikan’ın liderlik yapmasına diğer devletlerden itirazlar gelmez mi? Gelecek itirazlar liberal uluslararası düzenin kurumsal yapısı içinde ne ölçüde çözülebilir? Zayıflayan ve dolayısıyla küresel sorunların çözümünde sorumluluk alamayan bir devleti diğer devletler takip eder mi? Son olarak, küresel sermaye ile Amerikan devletinin çıkarları arasındaki çelişkiler hangi noktaya kadar göz ardı edilebilir? Bu nokta önemli; çünkü küresel sermayeye avantaj sağlayan mevcut şartlar, Amerikan devletini (Çin başta olmak üzere) diğer devletler karşısında zayıflatmakta. Bu noktada gevşek davranılması, orta ve uzun vadede ülke içsindeki milliyetçi dalganın daha da büyümesine yol açabilir.

Sonuç olarak, Biden realist ve popülist güçleri besleyen uluslararası ve toplumsal dinamiklerle başa çıkmak zorunda. Şayet dört senenin sonunda gerekli adımlar atılmamış olursa, popülist-realist güçlerin beslediği bir aday (Trump ya da bir başkası) çok daha güçlü bir şekilde Beyaz Saray’a dönebilir.

[İbn Haldun Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler bölümü öğretim üyesi olan Dr. Ali Aslan aynı zamanda SETA Toplum ve Medya direktörlüğünde araştırmacıdır]

AA