2. BÖLÜM / 3. KISIM:
AKADEMİK LİTERATÜRDE KAPSAMLI ÖRNEKLER
Hoşgörü ve birliktelik konusundaki akademik literatür, siyaset bilimi, sosyoloji, uluslararası ilişkiler ve hukuk alanlarında oldukça geniş bir yelpazeye yayılır. Örneğin, John Rawls’un “siyasal liberalizm” yaklaşımı, çoğulcu toplumlarda farklı grup ve inançların bir arada nasıl yaşayabileceğine dair önemli fikirler sunar. Rawls, “özel” inançların kamu alanında uzlaşabilir bir dille ifade edilebilmesini, demokratik toplumun sürdürülebilirliği açısından kritik görür. Bu uzlaştırıcı dilin temelinde de hoşgörü ve diyalog kültürü yer alır.
Charles Taylor ise, “tanınma politikaları” ekseninde, farklı kültür ve kimliklerin kamusal alanda görünür olmasını ve devletin bu çeşitliliği resmî olarak kabul etmesini inceler. Taylor’a göre, kültürel farklılıkların tanınması, bireylerin özgüvenini ve toplumsal katılım arzusunu artırarak, çoğulcu demokrasilerde istikrarı güçlendiren bir unsur haline gelir. Bu yaklaşım, üniter devlet yapısında “tek tip yurttaş” modelinden ziyade, “çoğulcu yurttaşlık” modeline geçişin yararlı olabileceğini savunur. Bu da millî kimliğin bölünmeden, farklılıkları benimsediği bir bütünsellik sunar.
Öte yandan Benedict Anderson’ın “hayali cemaatler” (imagined communities) tezi, “millet” olma fikrinin tarihsel bağlam içinde nasıl inşa edildiğini açıklar. Anderson, milletlerin büyük oranda kültürel ve sembolik araçlar (basın-yayın, ortak dil, ortak bayramlar vb.) aracılığıyla inşa edildiğini belirtir. Hoşgörü ve birliktelik, bu inşa sürecinin modern fazında, ortak sembollerin dışlayıcı değil, kapsayıcı nitelikte kullanılmasını mümkün kılar. Yani, anayasal sınırlar içinde farklı dillere, inançlara ve hayat tarzlarına açıklık gösteren bir yönetim anlayışı, “imparatorluk kalıntısı” algısı oluşturmadan ulus bilincini pekiştirebilir.
Bir başka önemli isim olan Will Kymlicka, “çokkültürcülük” (multiculturalism) perspektifiyle, özellikle Batı demokrasilerinde azınlık haklarının tanınmasında hangi politikaların başarılı olduğunu incelemiştir. Kymlicka, kültürel hakların tanınması ile siyasal istikrar arasında doğrudan bir ilişki olduğunu, çoğunluğun farklılıkları resmî politikalarla kabul etmesinin, ayrılıkçı eğilimleri de zayıflattığını savunur. Bu tez, hoşgörü çerçevesinde kurumlaşmış politikaların, millî kimliği zayıflatmak yerine, bireylerin devlete ve ulusa aidiyet duygusunu güçlendirdiğini iddia eder. Dolayısıyla üniter Devlet ve milliyetçilik, her zaman dışlayıcı olmak zorunda değildir; kapsayıcı politikalarla çokkültürlülük bağdaştırılabilir.
Son olarak, Anthony Smith’in “etno-sembolik” yaklaşımı, milliyetçiliğin sadece siyasal bir ideal olmadığını, aynı zamanda semboller, mitler ve hafıza etrafında kurgulanan bir kolektif kimlik boyutu içerdiğini anlatır. Bu sembollerin toplumsal hafızada “biz ve öteki” ayrımını nasıl pekiştirebileceği kadar, kapsayıcı yorumlandığında “ortak bir tarih ve gelecek” kurgusunu nasıl güçlendirebileceği de Smith’in çalışmalarında tartışılır. Türkiye örneğinde de, ortak tarihin ve ulusal sembollerin hoşgörü perspektifinden yeniden yorumlanması, üniter ve milliyetçi yapıyı bozmak bir yana, farklı toplulukları kapsam içine alan bir “hatıralar bütünü” oluşturmaya yardım edebilir.
─────────────────────────────────────────────────────
2. BÖLÜM / 4. KISIM:
FARKLI ÜLKE DENEYİMLERİ: KARŞILAŞTIRMALI BİR BAKIŞ
Farklı ülke deneyimlerine baktığımızda, hoşgörü ve birliktelik konusunda alınacak derslerin oldukça zengin olduğu görülür. Örneğin, İspanya, tarih boyunca farklı dil ve kültürleri (Katalan, Bask, Galiçya vb.) bünyesinde barındıran bir toplum olarak, son 50 yılda önemli dönüşümler yaşamıştır. İspanya’nın 1978 Anayasası, özerk yönetim bölgelerine geniş yetkiler tanıyarak, ülkenin üniter yapısını gevşek biçimde yeniden tanımlamıştır. Bu durum, kimi zaman ayrılıkçı hareketleri güçlendirdiği gerekçesiyle eleştirilse de toplumsal barış açısından, diktatörlük dönemine kıyasla daha kapsayıcı ve demokratik bir sistem yarattığı da bir gerçektir.
Kanada ise, İngilizce ve Fransızca olmak üzere iki resmî dilin kabul edildiği; Quebec başta olmak üzere Fransızca konuşan toplulukların kendi kimliklerini anayasada tanımlayabildiği bir federal yapılanmaya sahip. Kanada’da uygulanan “çoğulcu politikalar” ve çokkültürlülüğe dair mevzuat, farklı etnik grup ve göçmen topluluklarının entegrasyonunu kolaylaştırmayı hedefler. Bu yaklaşım, üniter bir model olmasa da, “millî kimliği” zayıflatmadığı gibi, pek çok akademisyene göre “Kanadalı” kimliğinin kozmopolit ve kapsayıcı bir temel üzerinde güçlenmesini sağlamıştır.
Bir diğer örnek, Belçika’nın Flaman ve Valon olmak üzere iki büyük etno-linguistik topluluk arasında bölünmüş yapısıdır. Belçika, bir tür “federal-devlet” modeli benimsemesine rağmen, sık sık siyasi krizler ve hükümet kurma güçlükleriyle gündeme gelir. Buna rağmen, ülkede şiddete dayalı bölünme ya da fiilî ayrılık süreci yaşanmamıştır. Çünkü Birlik anlayışı, AB çerçevesinde güçlenen demokratikleşme eğilimleri, ekonomik çıkar ortaklıkları ve karşılıklı hoşgörü bağlamında yürütülmeye çalışılmaktadır. Bu deneyimde, farklı kimliklerin tanınması ve koruyucu mekanizmalar oluşturulması, üniterlik yerine “federal” bir formda devam etse bile, ayrılıkçılık eğilimlerine tam anlamıyla yol vermemiştir.
Tekrar Türkiye bağlamına döndüğümüzde ise, bu ülkelerden farklı olarak Türkiye’nin çok daha katı bir “üniter devlet” anlayışına sahip olduğu söylenebilir. Bu katılık, büyük ölçüde ülkenin jeopolitik konumu, Lozan Antlaşması sonrası çizilen sınırlar ve tarihsel deneyimlerle şekillenmiştir. Ancak bu, “özerklik” veya “federal yapı” kadar radikal olmayan düzenlemelerin ve kapsayıcı politikaların, üniter devlet yapısıyla uyumsuz olduğu anlamına gelmez. Zira bu diğer ülke örnekleri, katı veya esnek fark etmeksizin, merkezî devlet mekanizmasının, farklı kimlik taleplerine hoşgörü çerçevesinde yaklaşabildiğinde, çatışma riskini asgariye indirebildiğini göstermektedir.
Dolayısıyla, çeşitli dünya deneyimleri incelendiğinde, hoşgörü ve birlikteliğin egemen olduğu bir siyasal düzeni benimsemenin otomatik olarak üniter yapıyı tehdit etmediği rahatlıkla görülebilir. Aksine, kapsayıcı politikalar benimsenmediğinde, farklı gruplar arasında oluşan güvensizlik ve dışlanma duygusu, ayrılıkçı hareketleri besleyerek üniterliği tehlikeye sokabilir. Türkiye, kendi tarihsel koşulları çerçevesinde, güçlü bir merkezi idareyi korurken aynı zamanda yerel kimlik ve kültürlere saygıyı artıracak düzenlemeleri benimseyerek, üniterlik ve küresel demokratik normlar arasında denge kurabilir.
──────────────────────