Türkiye-AB Karma Parlamento Komisyonu Eşbaşkanı Helene Flautre,''Ben Avrupa'nın geleceğini, Türkiye'siz düşünemiyorum. Türkiye olmadan, Avrupa projesi için heyecanlanmam beklenemez. Türkiye'siz bir Avrupa, küresel anlamda, çatışmaların çözüme kavuşturulmasında, kültürel ve dini çeşitlilik içinde yaşayan bir toplum modeli oluşturma konusunda neye katkıda bulunabilir? Türkiye olmadan, yarın Avrupa'da, neyi anlatıyor olacağız? Benim Türkiye'siz bir AB düşüm olamaz. İçine Türkiye'yi koymadıkça, Avrupa'yı hayal bile edemiyorum.'' dedi.
Türkiye-AB Karma Parlamento Komisyonu Eşbaşkanı Hélène Flautre'un Kriter'de 7 Aralık 2009 tarihinde yayınlanan söyleşisi şu şekilde:
Kriter: 10 yıldır Avrupa Parlamentosu üyesisiniz. Bu süreçte İnsan Hakları Alt Komisyonu Başkanlığı gibi bir çok önemli görevde bulundunuz. Son Parlamento seçimlerinin ardından da Türkiye-AB KPK Eşbaşkanı oldunuz. Türkiye neden ilginizi çekti?
H.Flautre: AP İnsan Hakları Alt Komisyonu'na başkanlık ettiğim süre içerisinde, her sene Türkiye'ye geldim. Bugün, KPK Eşbaşkanlığı görevi beni çok motive ediyor. Türkiye'de inanılmaz bir değişim enerjisi var. Sivil toplumda bunu hissetmek mümkün. Aynı zamanda, siyasi düzeyde de, önemli girişimlerde bulunma ve 2004 öncesinde olduğu gibi hızlanma kapasitesi var. Bu enerji, bu dönüşüm nedeniyle, Türkiye'ye her gelişimde heyecanlanıyorum. AB vatandaşlarının siyaset ile ilişkilerine bakacak olursak, büyük bir bıkkınlık içinde olduklarını söyleyebiliriz. Siyah ya da beyaz üzerine konuşuyor, sonra, aslında ikisinin de aynı kapıya çıkıp çıkmadığını sorguluyorlar. Türkiye'de ise siyasi bir mücadele var. Bir toplumun kendi kendisine sorabileceği soruları, geleceğe yönelik tercihler konusunda yapılan tartışmaları görüyorsunuz. Ben bu dinamizmi çok güçlü ve ilginç buluyorum.
Kriter: KPK'nın yeni yapısını nasıl buluyorsunuz? Özellikle Avrupa kanadındaki parlamenterlerin Türkiye'nin AB üyeliğine yaklaşımı nasıl?
H.Flautre: KPK'da, siyasi gruplar ve her grubun temsil gücüne göre yapılan bir dağılım söz konusu. Örneğin, benim grubum olan Yeşillerin iki koltuğu var. Daha güçlü partilerin, daha fazla yeri var. Delegasyonun oluşumunda ilk önce bu dağılıma netlik kazandırılıyor. Daha sonra her parti, kendi içinde, KPK'ya göndereceği temsilcileri seçiyor. Bu süreçte, Yunanlı ve Kıbrıslı Rum parlamenterlerin, Türk muadilleri ile tartışma arzusunda olduğunu görüyoruz. Bu elbette anlaşılır birşey, ancak sorun, bu tartışmaların çoğu zaman iki taraflı yürütülüyor olması. Delegasyonda, bu tür tartışmaların ön plana çıkması, PPE (Hıristiyan Demokratlar) ve PSE (Sosyal Demokratlar) gibi büyük grupların temsilcilerini belirlerken yaptıkları tercihlerden kaynaklanıyor. Dolayısıyla, Parlamento içinde Türkiye hakkında yapılan tartışmaların çok da sağlıklı olduğunu söyleyemeyiz. Tartışmalarda, Kıbrıs, kalıcı bir çözüm arayışı, kişilerin, malların ve hizmetlerin serbest dolaşımı gibi konular öne çıkıyor. Bazı parlamenterlerin, milliyetleri nedeniyle, sistematik olarak belli konulara odaklanmaları, tartışmaların seyrini olumsuz etkiliyor. Açıkça Türkiye'ye karşı kampanya yürüten, hatta Parlamento'ya Türkiye karşıtı söylemleri nedeniyle seçilen üyeler var. Biliyorsunuz, bazı AB ülkelerinde, Türkiye, AP seçimlerinde ön plana çıkan konular arasındaydı. Türkiye-AB ilişkilerinin sağlıklı bir şekilde masaya yatırılabilmesi için, bu konuda daha dikkatli hareket etmek gerekiyor. Ben, Parlamento'daki büyük grupların, temsilcilerini belirlerken, bu konuya yeterince hassasiyet göstermediklerini düşünüyorum.
KPK önemli bir kurum. Amacı saptırılmamalı
KPK neden var? Neden böyle bir Komisyon'a gerek duyulmuş? Kendimize bunu sormalıyız. Bunun yanıtı çok basit. İşimiz, hedefi Türkiye'nin üyeliği olan müzakere sürecini değerlendirmek. Bunun açık olması ve tartışmaların doğru bir zemine oturtulması gerekiyor. Türkiye'nin AB yolunda yapacağı reformlara odaklanmamız, bunları tartışmamız ve üzerinde çalışmamız gerekiyor. Ancak, iki tarafta da, ait olunan siyasi grubun yaklaşımı doğrultusunda konuyu manipüle etme çabaları olabiliyor. Bu elbette, örnek bir işbirliği ortamı yaratmıyor. İşte bu noktada, iş bana ve diğer Eşbaşkan Lütfi Elvan'a düşüyor. Tartışmaların içeriğinin müzakere süreci ve bu yönde yapılması gereken reformlar ile bağlantılı olmasını sağlamak bizim görevimiz. Ancak, KPK'daki meslektaşları ile tartışmaktansa, kameralar aracılığı ile seçmenlerine mesaj göndermekle daha çok ilgilenen üyeler görüyorum. Eşbaşkanlar olarak buna dikkat etmemiz gerekiyor.
Kriter: Avrupa Parlamentosu dendiğinde, aklımıza hala 2004'deki o fotoğraf geliyor. Parlamenterlerin ellerinde “Türkiye'ye EVET” yazılı pankartlar... Bugün bu tablo biraz değişmiş, Parlamento daha sağa kaymış gibi görünüyor. Sizce “Türkiye'ye EVET” koalisyonu hala varlığını koruyor mu?
H.Flautre: Yeni Parlamento'da, spesifik olarak Türkiye konusundaki yaklaşımı ölçmemizi sağlayacak bir test yapma imkânımız henüz olmadı. Çoğunluk nerede tam olarak bilmiyoruz. Haklı olduğunuz bir nokta var. Muhafazakâr gruplar eskisine göre daha güçlü, ama çoğunluk onlarda değil. Ben, AP'de, Türkiye'nin üyeliğini destekleyen bir çoğunluk olduğuna inanıyorum, ama elbette bu test edilmiş ve kesin bir saptama değil, yalnızca benim tahminim. Ancak bu çoğunluğun eskisi kadar rahat hareket kabiliyeti olmadığını söyleyebiliriz. AP'deki çoğunluğun nasıl olduğu hakkındaki ilk testi, İtalya'da basın özgürlüğüne ilişkin bir İlke Kararı'nın oylanması sırasında yaptık. Oldukça tartışmalı bir oylama oldu. Sonuçta, İtalya'daki basın özgürlüğünü sınırlandırma girişimlerini eleştiren bir İlke Kararı benimsememiz için gerekli çoğunluğu elde edemedik. Bu, AP'de hakim olan hava hakkında bir fikir verebilir. Bu elbette Türkiye'nin AB üyeliği ile ilgili bir konu değil. Örneğin, İtalya konusundaki İlke Kararı'na karşı çıkan Hıristiyan Demokratlar, Türkiye'nin üyeliği konusunda bölünmüş durumda, hepsi Türkiye'ye karşı değil. Türkiye'ye yönelik destekte, hükümetlerin tavrı da çok önemli. Özellikle büyük gruplarda, pozisyon hükümet tarafından yönlendirilebiliyor. Eğer Almanya ve Fransa'da Türkiye konusunda olumlu bir kampanya olsa, büyük partilerden, imtiyazlı ortaklık önerilerine yanıt verecek sesler yükselebilir, ama malesef böyle bir kampanya yok.
Kriter: Fransız hükümetinin Türkiye'nin AB üyeliği konusundaki tutumu son derece negatif. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?
H.Flautre: Ben Avrupa'yı düşünürken, Türkiye ile birlikte düşünüyorum. Avrupa'nın geleceğini, Türkiye'siz düşünemiyorum. Türkiye olmadan, Avrupa projesi için heyecanlanmam beklenemez. Türkiye'siz bir Avrupa, küresel anlamda, çatışmaların çözüme kavuşturulmasında, kültürel ve dini çeşitlilik içinde yaşayan bir toplum modeli oluşturma konusunda neye katkıda bulunabilir ki? Türkiye olmadan, yarın, Avrupa'da, neyi anlatıyor olacağız? Siz bana bu soruyu sorduğunuzda, ben kendi Avrupa rüyam çerçevesinde yanıt veriyorum ve benim Türkiye'siz bir AB düşüm olamaz. İçine Türkiye'yi koymadıkça, Avrupa'yı hayal bile edemiyorum.
Kriter: Peki, Sarkozy nasıl bir AB düşlüyor?
Sarkozy aslında Avrupa'yı düşlemiyor. Onun için Avrupa, hükümetlerarası bir işbirliğinden ibaret. Böyle bakınca da Türkiye'nin önemini anlamıyor.
İşte burada fark ediyorum ki, Sarkozy aslında Avrupa'yı düşlemiyor. Onun için Avrupa, hükümetlerarası bir işbirliğinden ibaret. Onun için, büyük devletler var. Fransa, bu tablo içinde çok önemli bir ülke. Onun yaklaşımında, AB vatandaşlığı, milliyetler arası etkileşim ve paylaşım gibi fikirler yok. AB'nin küresel bir aktör olması fikri yok. Varsa da, bunun AB üyelerinin münferit ilişkileri ile sağlanabileceğini düşünüyor. Böyle bakınca, elbette Türkiye'nin önemini anlayamıyor. Konuya; “Türkiye mi? Ne işi var Türkiye'nin? Türkiye AB'den ne istiyor?” şeklinde yaklaşıyor. “Benim Avrupam, hükümetlerarası, Türkiye'ye de, ikili ilişkiler önerebiliriz” diyor. İşte, burada çok önemli birşeyi anlıyoruz. Türkiye'nin AB'ye katılımı konusundaki tartışmalar ve farklı yaklaşımlar, aslında hep, AB projesinden ne anladığımız ile ilgili.
Kriter: Fransız halkı da Türkiye konusunda Sarkozy gibi mi düşünüyor? Yoksa hükümetin politikası mı etkiliyor kamuouyunu?
Fransız halkına Türkiye konusunda ne düşündüğü hiç sorulmadı
H.Flautre: Öncelikle, bu soru Fransızlara hiç sorulmadı. Şu an, Fransa'daki Türkiye Mevsimi nedeniyle, karşılıklı kültürel diyaloğun yoğun olduğu bir dönemden geçiyoruz ve organizasyon çerçevesinde düzenlenen her faaliyet oldukça başarılı geçiyor. Sergiler çok ilgi çekiyor, konferans salonları tamamen dolu. Bir anlama arzusu ve merak var. Bu da, karşılıklı bağlarımızdan kaynaklanıyor. Türkiye'nin üyeliğine gelecek olursak, bu, konunun nasıl ve ne zaman tartışıldığına göre değişiyor.
Bence, AB'nin Türkiye'nin üyeliğine yaklaşımı, Lizbon Antlaşması'nda olduğu gibi olmamalı. Yani, tamamen popülist bir yaklaşımla, her üye ülkenin kamuoyuna, herşeyi engelleyebileceği izlenimi verilmemeli. Tek bir ülkenin kamuoyu, AB'nin, Lizbon Antlaşması'nı kabul etmesini veya Türkiye'nin üyeliğinden faydalanmasını engelleyememeli. Böyle bir izlenim yaratılması siyasi açıdan doğru değil. Referandum seçeneği de bu açıdan değerlendirilmeli. Konuya orta sınıf Fransız popülizmiyle yaklaşınca, halkı pohpohlamak için, kamuoyuna, “Bakın, size Türkiye hakkındaki görüşünüzü soruyoruz. Hayır da diyebilirsiniz” demiş oluyoruz. Oysa konu, Avrupa düzeyinde ele alınması gereken son derece önemli bir konu. AB üyelerinin çoğunun konuya nasıl baktığı önemli. Fransız kamuoyunun siyasi bir manipülasyona maruz kaldığını görüyorum. Her seçimde Türkiye konusu gündeme geliyor. Ama kamuoyu konuya merakla yaklaşıyor. Anlamaya çalışıyor. Bence, Fransızları bu konuda düşünmeye iterken, popülist bir yol değil, konuyu AB düzeyine taşıyan bir yol izlemeliyiz.
Kriter: Almanya ve Fransa'nın “imtiyazlı ortaklık” koalisyonu, Almanya seçimlerinin ardından da geçerliliğini koruyor mu sizce?
Sarkozy ve Merkel, imtiyazlı ortaklık önerilerinin başarılı olamayacağını gördüler ve geri çekildiler
H.Flautre: Bence, Sarkozy ve Merkel, Almanya'daki seçimlerden önce, imtiyazlı ortaklık önerilerinin başarılı olamayacağını gördüler. Ben, AB'nin komşu ülkelerle olan politikalarının da içindeyim, bu konudaki gelişmeleri yakından takip ediyorum. Bu alandaki politika ne diyor? “Komşu ülkelerle işbirliği yapalım, politikaları paylaşalım, ama kurumlara dahil etmeyelim”. Türkiye ile kuracağımız imtiyazlı ortaklık, bu politikadan daha öte ne olabilir ki? Hiçbir şey.
İsrail ya da Fas ile müzakere edilenden öte birşey olamaz bu. Şimdi siz, Sarkozy ya da Merkel'in çıkıp da, Türkiye'ye, “gelin sizinle de Fas ile yaptığımız gibi yapalım” dediğini düşünebiliyor musunuz? Diyemezler. Diğer yandan, bu seçenekle üyelik arasında başka hiçbir seçenek de yok. Yani Türkiye'ye önerilebilecek hiçbir şey yok. Dolayısıyla, imtiyazlı ortaklık kavramı karşısında yapılabilecek tek şey geri çekilmek. İlk geri çekilme sinyali, artık bundan bahsetmemek. Ben bunu alkışlıyorum.
Kriter: Fransa'nın AB'den Sorumlu Devlet Sekreteri Pierre Lellouche, geçtiğimiz ay İstanbul'daydı. “İmtiyazlı ortaklık” ifadesini kullanmaktan kaçındı ama Türkiye'nin üyeliğine karşıt tavrını da korudu. Bu bir geçiş politikası mı? Yani asıl niyet, hala üyelik dışı bir alternatif, ama somut bir formül oluşturana kadar ilişkileri germemeye mi çalışıyorlar?
Fransa, yeniden tutarlı bir çizgi yakalamaya çalışıyor.
H.Flautre: Bence şu an, durumu düzeltmeye çalışıyorlar. Birçok şey söylediler. İçeriye verilen mesajla, dışarıya satılabilecek olan mesaj farklı. Bunları pek iyi oturtamadılar. İşler karıştı. Pozisyonları söylemek yetmez. Onları hayata geçirmek gerekir. Fransa, bunu yapamayacağını anladı. Simdi yeniden tutarlı bir çizgi yakalamaya çalışıyor. Bence gizli bir gündem yok. Uzun süre muhafaza edilemeyeceği anlaşılan tutarsız bir pozisyondan, tutarlı bir yaklaşıma kayılıyor.
Kriter: Peki Türkiye'nin gündeminde AB, öncelikli konumunu koruyor mu hala?
Hükümetin işi gerçekten zor
H.Flautre: Bence, temel hedef hâlâ AB üyeliği. Sarkozy gibi siyasetçilerin, sürecin sonu hakkında başlattıkları tartışma, yapıcı gelişmeleri engelledi. Bu, elbette bazılarının ekmeğine yağ sürdü. AB'ye zaten sıcak bakmayanlar, Sarkozy'nin yaklaşımını gerekçe gösterebiliyorlar. Ama, bu durum, hükümet tarafından da biraz kullanıldı. Reform üretemeyenler, bazı Avrupalı liderlerinin olumsuz açıklamalarına sığındılar. Reform süreci çok belirleyici. Şu an gündemde olan demokratik açılım, aslında hükümetin aldığı ciddi bir risk. Böyle bir girişimde bulunduktan sonra, devamını getirmek gerekir. Türkiye, aşırı milliyetçilikten sıyrılarak, aynaya bakma, bazı konuları tartışmaya açma aşamasında. Üyelik süreci, ciddi ve hassas konulara dokunuyor. O yüzden hükümetin işi gerçekten zor,
Kriter: Hükümetin Kürt sorunu ve Ermenistan ile ilişkiler konusunda önemli girişimleri oldu. Bunlar AP'de nasıl algılanıyor?
H.Flautre: Kürt sorununu çok boyutlu bir şekilde ele almak elbette olumlu bir gelişme. Ancak, buna “demokratik açılım” deniyorsa, sadece Kürt sorunundan bahsetmiyoruz demektir. Yoksa, ismini mi öyle koyamıyoruz? Tüm bunlar sürecin zor olduğunun bir göstergesi. İnanılmaz bir siyasi enerji harcanıyor. Yapıcı olabilmek için, bazı hassas noktalara zarar vermemek gerekiyor. Ortada bir düğüm var, ama toplum nefes alıyor. Ben bunu çok olumlu buluyorum. Berlin duvarının düşüşü gibi. Ermenistan ile ilişkiler de olumlu yönde gelişiyor. Bunun da güç olduğunu görüyoruz. Karşı çıkanlar var. Örneğin Ermeni diasporası, bu gelişmeler karşısında ne yapacağını bilemedi.
Kriter: Peki, Türkiye'de muhalefetin tutumunu nasıl buluyorsunuz?
Türkiye'de muhalefet, hükümete yardım ediyor ve hükümetin politikasını meşru gösteriyor olmamak için sürecin dışında kalmayı tercih ediyor. Bu eski dünya muhalefeti...
H.Flautre: Muhalefetin katkısı elbette önemli. AKP önemli bir değişim sürecini yönlendiriyor. Muhalefete düşen, bu sürecin içine girip kendi pozisyonu doğrultusunda yönlendirmeye çalışmak. Ama, hükümete yardım ediyor ve hükümetin yaptığını meşru gösteriyor olmamak için, sürecin dışında kalmayı tercih ediyorlar. Bu tamamen, eski dünya muhalefetidir.
Kriter: Türkiye'de, sivil toplum kuruluşları ile de yakın ilişkiniz var. Nasıl görüyorsunuz STK'ların gelişimini? Özellikle kadın hakları konusunda?
H.Flautre: Öncelikle, cinsiyet eşitliğinin sağlanması, KPK'nın da konusu, çünkü, AB müktesebatının bir parçası. Bu konuda önemli gelişmeler oldu. İlginç istatistikler var. Birkaç yıl öncesine kadar, kadınların yaklaşık %90'ı, aile içi şiddetin normal olduğunu düşünüyorken, bugün aynı soru sorulduğunda, verilen yanıtlar tam tersi. Neredeyse herkes, bunun bir insan hakları ihlali olduğunun farkında artık. Kadınların, bugüne kadar maruz kaldıkları muamelelerin normal olmadığının bilincine varmaları çok önemli.
Elbette, daha yapılacak çok şey var. Ancak, bir yerlerden başlayabilmek için bu farkındalık çok önemli. STK'lar bu alanda çok başarılı. Türkiye, başarılı kadın girişimciler bakımından da zengin bir ülke. Çok güzel örnekler, hikayeler var. Türk kadınları, Avrupa düzeyinde de örgütlü. Kadınlar, karar alma süreci ile aralarında yapısal bağlar olmasını istiyorlar. Anahtar da zaten burada. Kadınların durumu, toplumun gelişmişliğinin önemli bir göstergesi. Kadınların durumu henüz Avrupa'da da olması gerektiği gibi değil. Ücretlerde hâlâ ayrımcılık var. Kadının istihdama katılımı ise, tamamen, kreşlerin yaygınlığı ile orantılı. Ülkede, küçük yaştaki çocukların bakımı için oluşturulan güvenilir tesisler yoksa, kadının istihdama katılımı düşüyor. Bütün bunlar, cinsiyet eşitliği dengesini bozuyor. Bu konuda hepimizin yol alması gerekiyor.
Türkiye-AB Karma Parlamento Komisyonu Eşbaşkanı Hélène Flautre'un Kriter'de 7 Aralık 2009 tarihinde yayınlanan söyleşisi şu şekilde:
Kriter: 10 yıldır Avrupa Parlamentosu üyesisiniz. Bu süreçte İnsan Hakları Alt Komisyonu Başkanlığı gibi bir çok önemli görevde bulundunuz. Son Parlamento seçimlerinin ardından da Türkiye-AB KPK Eşbaşkanı oldunuz. Türkiye neden ilginizi çekti?
H.Flautre: AP İnsan Hakları Alt Komisyonu'na başkanlık ettiğim süre içerisinde, her sene Türkiye'ye geldim. Bugün, KPK Eşbaşkanlığı görevi beni çok motive ediyor. Türkiye'de inanılmaz bir değişim enerjisi var. Sivil toplumda bunu hissetmek mümkün. Aynı zamanda, siyasi düzeyde de, önemli girişimlerde bulunma ve 2004 öncesinde olduğu gibi hızlanma kapasitesi var. Bu enerji, bu dönüşüm nedeniyle, Türkiye'ye her gelişimde heyecanlanıyorum. AB vatandaşlarının siyaset ile ilişkilerine bakacak olursak, büyük bir bıkkınlık içinde olduklarını söyleyebiliriz. Siyah ya da beyaz üzerine konuşuyor, sonra, aslında ikisinin de aynı kapıya çıkıp çıkmadığını sorguluyorlar. Türkiye'de ise siyasi bir mücadele var. Bir toplumun kendi kendisine sorabileceği soruları, geleceğe yönelik tercihler konusunda yapılan tartışmaları görüyorsunuz. Ben bu dinamizmi çok güçlü ve ilginç buluyorum.
Kriter: KPK'nın yeni yapısını nasıl buluyorsunuz? Özellikle Avrupa kanadındaki parlamenterlerin Türkiye'nin AB üyeliğine yaklaşımı nasıl?
H.Flautre: KPK'da, siyasi gruplar ve her grubun temsil gücüne göre yapılan bir dağılım söz konusu. Örneğin, benim grubum olan Yeşillerin iki koltuğu var. Daha güçlü partilerin, daha fazla yeri var. Delegasyonun oluşumunda ilk önce bu dağılıma netlik kazandırılıyor. Daha sonra her parti, kendi içinde, KPK'ya göndereceği temsilcileri seçiyor. Bu süreçte, Yunanlı ve Kıbrıslı Rum parlamenterlerin, Türk muadilleri ile tartışma arzusunda olduğunu görüyoruz. Bu elbette anlaşılır birşey, ancak sorun, bu tartışmaların çoğu zaman iki taraflı yürütülüyor olması. Delegasyonda, bu tür tartışmaların ön plana çıkması, PPE (Hıristiyan Demokratlar) ve PSE (Sosyal Demokratlar) gibi büyük grupların temsilcilerini belirlerken yaptıkları tercihlerden kaynaklanıyor. Dolayısıyla, Parlamento içinde Türkiye hakkında yapılan tartışmaların çok da sağlıklı olduğunu söyleyemeyiz. Tartışmalarda, Kıbrıs, kalıcı bir çözüm arayışı, kişilerin, malların ve hizmetlerin serbest dolaşımı gibi konular öne çıkıyor. Bazı parlamenterlerin, milliyetleri nedeniyle, sistematik olarak belli konulara odaklanmaları, tartışmaların seyrini olumsuz etkiliyor. Açıkça Türkiye'ye karşı kampanya yürüten, hatta Parlamento'ya Türkiye karşıtı söylemleri nedeniyle seçilen üyeler var. Biliyorsunuz, bazı AB ülkelerinde, Türkiye, AP seçimlerinde ön plana çıkan konular arasındaydı. Türkiye-AB ilişkilerinin sağlıklı bir şekilde masaya yatırılabilmesi için, bu konuda daha dikkatli hareket etmek gerekiyor. Ben, Parlamento'daki büyük grupların, temsilcilerini belirlerken, bu konuya yeterince hassasiyet göstermediklerini düşünüyorum.
KPK önemli bir kurum. Amacı saptırılmamalı
KPK neden var? Neden böyle bir Komisyon'a gerek duyulmuş? Kendimize bunu sormalıyız. Bunun yanıtı çok basit. İşimiz, hedefi Türkiye'nin üyeliği olan müzakere sürecini değerlendirmek. Bunun açık olması ve tartışmaların doğru bir zemine oturtulması gerekiyor. Türkiye'nin AB yolunda yapacağı reformlara odaklanmamız, bunları tartışmamız ve üzerinde çalışmamız gerekiyor. Ancak, iki tarafta da, ait olunan siyasi grubun yaklaşımı doğrultusunda konuyu manipüle etme çabaları olabiliyor. Bu elbette, örnek bir işbirliği ortamı yaratmıyor. İşte bu noktada, iş bana ve diğer Eşbaşkan Lütfi Elvan'a düşüyor. Tartışmaların içeriğinin müzakere süreci ve bu yönde yapılması gereken reformlar ile bağlantılı olmasını sağlamak bizim görevimiz. Ancak, KPK'daki meslektaşları ile tartışmaktansa, kameralar aracılığı ile seçmenlerine mesaj göndermekle daha çok ilgilenen üyeler görüyorum. Eşbaşkanlar olarak buna dikkat etmemiz gerekiyor.
Kriter: Avrupa Parlamentosu dendiğinde, aklımıza hala 2004'deki o fotoğraf geliyor. Parlamenterlerin ellerinde “Türkiye'ye EVET” yazılı pankartlar... Bugün bu tablo biraz değişmiş, Parlamento daha sağa kaymış gibi görünüyor. Sizce “Türkiye'ye EVET” koalisyonu hala varlığını koruyor mu?
H.Flautre: Yeni Parlamento'da, spesifik olarak Türkiye konusundaki yaklaşımı ölçmemizi sağlayacak bir test yapma imkânımız henüz olmadı. Çoğunluk nerede tam olarak bilmiyoruz. Haklı olduğunuz bir nokta var. Muhafazakâr gruplar eskisine göre daha güçlü, ama çoğunluk onlarda değil. Ben, AP'de, Türkiye'nin üyeliğini destekleyen bir çoğunluk olduğuna inanıyorum, ama elbette bu test edilmiş ve kesin bir saptama değil, yalnızca benim tahminim. Ancak bu çoğunluğun eskisi kadar rahat hareket kabiliyeti olmadığını söyleyebiliriz. AP'deki çoğunluğun nasıl olduğu hakkındaki ilk testi, İtalya'da basın özgürlüğüne ilişkin bir İlke Kararı'nın oylanması sırasında yaptık. Oldukça tartışmalı bir oylama oldu. Sonuçta, İtalya'daki basın özgürlüğünü sınırlandırma girişimlerini eleştiren bir İlke Kararı benimsememiz için gerekli çoğunluğu elde edemedik. Bu, AP'de hakim olan hava hakkında bir fikir verebilir. Bu elbette Türkiye'nin AB üyeliği ile ilgili bir konu değil. Örneğin, İtalya konusundaki İlke Kararı'na karşı çıkan Hıristiyan Demokratlar, Türkiye'nin üyeliği konusunda bölünmüş durumda, hepsi Türkiye'ye karşı değil. Türkiye'ye yönelik destekte, hükümetlerin tavrı da çok önemli. Özellikle büyük gruplarda, pozisyon hükümet tarafından yönlendirilebiliyor. Eğer Almanya ve Fransa'da Türkiye konusunda olumlu bir kampanya olsa, büyük partilerden, imtiyazlı ortaklık önerilerine yanıt verecek sesler yükselebilir, ama malesef böyle bir kampanya yok.
Kriter: Fransız hükümetinin Türkiye'nin AB üyeliği konusundaki tutumu son derece negatif. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?
H.Flautre: Ben Avrupa'yı düşünürken, Türkiye ile birlikte düşünüyorum. Avrupa'nın geleceğini, Türkiye'siz düşünemiyorum. Türkiye olmadan, Avrupa projesi için heyecanlanmam beklenemez. Türkiye'siz bir Avrupa, küresel anlamda, çatışmaların çözüme kavuşturulmasında, kültürel ve dini çeşitlilik içinde yaşayan bir toplum modeli oluşturma konusunda neye katkıda bulunabilir ki? Türkiye olmadan, yarın, Avrupa'da, neyi anlatıyor olacağız? Siz bana bu soruyu sorduğunuzda, ben kendi Avrupa rüyam çerçevesinde yanıt veriyorum ve benim Türkiye'siz bir AB düşüm olamaz. İçine Türkiye'yi koymadıkça, Avrupa'yı hayal bile edemiyorum.
Kriter: Peki, Sarkozy nasıl bir AB düşlüyor?
Sarkozy aslında Avrupa'yı düşlemiyor. Onun için Avrupa, hükümetlerarası bir işbirliğinden ibaret. Böyle bakınca da Türkiye'nin önemini anlamıyor.
İşte burada fark ediyorum ki, Sarkozy aslında Avrupa'yı düşlemiyor. Onun için Avrupa, hükümetlerarası bir işbirliğinden ibaret. Onun için, büyük devletler var. Fransa, bu tablo içinde çok önemli bir ülke. Onun yaklaşımında, AB vatandaşlığı, milliyetler arası etkileşim ve paylaşım gibi fikirler yok. AB'nin küresel bir aktör olması fikri yok. Varsa da, bunun AB üyelerinin münferit ilişkileri ile sağlanabileceğini düşünüyor. Böyle bakınca, elbette Türkiye'nin önemini anlayamıyor. Konuya; “Türkiye mi? Ne işi var Türkiye'nin? Türkiye AB'den ne istiyor?” şeklinde yaklaşıyor. “Benim Avrupam, hükümetlerarası, Türkiye'ye de, ikili ilişkiler önerebiliriz” diyor. İşte, burada çok önemli birşeyi anlıyoruz. Türkiye'nin AB'ye katılımı konusundaki tartışmalar ve farklı yaklaşımlar, aslında hep, AB projesinden ne anladığımız ile ilgili.
Kriter: Fransız halkı da Türkiye konusunda Sarkozy gibi mi düşünüyor? Yoksa hükümetin politikası mı etkiliyor kamuouyunu?
Fransız halkına Türkiye konusunda ne düşündüğü hiç sorulmadı
H.Flautre: Öncelikle, bu soru Fransızlara hiç sorulmadı. Şu an, Fransa'daki Türkiye Mevsimi nedeniyle, karşılıklı kültürel diyaloğun yoğun olduğu bir dönemden geçiyoruz ve organizasyon çerçevesinde düzenlenen her faaliyet oldukça başarılı geçiyor. Sergiler çok ilgi çekiyor, konferans salonları tamamen dolu. Bir anlama arzusu ve merak var. Bu da, karşılıklı bağlarımızdan kaynaklanıyor. Türkiye'nin üyeliğine gelecek olursak, bu, konunun nasıl ve ne zaman tartışıldığına göre değişiyor.
Bence, AB'nin Türkiye'nin üyeliğine yaklaşımı, Lizbon Antlaşması'nda olduğu gibi olmamalı. Yani, tamamen popülist bir yaklaşımla, her üye ülkenin kamuoyuna, herşeyi engelleyebileceği izlenimi verilmemeli. Tek bir ülkenin kamuoyu, AB'nin, Lizbon Antlaşması'nı kabul etmesini veya Türkiye'nin üyeliğinden faydalanmasını engelleyememeli. Böyle bir izlenim yaratılması siyasi açıdan doğru değil. Referandum seçeneği de bu açıdan değerlendirilmeli. Konuya orta sınıf Fransız popülizmiyle yaklaşınca, halkı pohpohlamak için, kamuoyuna, “Bakın, size Türkiye hakkındaki görüşünüzü soruyoruz. Hayır da diyebilirsiniz” demiş oluyoruz. Oysa konu, Avrupa düzeyinde ele alınması gereken son derece önemli bir konu. AB üyelerinin çoğunun konuya nasıl baktığı önemli. Fransız kamuoyunun siyasi bir manipülasyona maruz kaldığını görüyorum. Her seçimde Türkiye konusu gündeme geliyor. Ama kamuoyu konuya merakla yaklaşıyor. Anlamaya çalışıyor. Bence, Fransızları bu konuda düşünmeye iterken, popülist bir yol değil, konuyu AB düzeyine taşıyan bir yol izlemeliyiz.
Kriter: Almanya ve Fransa'nın “imtiyazlı ortaklık” koalisyonu, Almanya seçimlerinin ardından da geçerliliğini koruyor mu sizce?
Sarkozy ve Merkel, imtiyazlı ortaklık önerilerinin başarılı olamayacağını gördüler ve geri çekildiler
H.Flautre: Bence, Sarkozy ve Merkel, Almanya'daki seçimlerden önce, imtiyazlı ortaklık önerilerinin başarılı olamayacağını gördüler. Ben, AB'nin komşu ülkelerle olan politikalarının da içindeyim, bu konudaki gelişmeleri yakından takip ediyorum. Bu alandaki politika ne diyor? “Komşu ülkelerle işbirliği yapalım, politikaları paylaşalım, ama kurumlara dahil etmeyelim”. Türkiye ile kuracağımız imtiyazlı ortaklık, bu politikadan daha öte ne olabilir ki? Hiçbir şey.
İsrail ya da Fas ile müzakere edilenden öte birşey olamaz bu. Şimdi siz, Sarkozy ya da Merkel'in çıkıp da, Türkiye'ye, “gelin sizinle de Fas ile yaptığımız gibi yapalım” dediğini düşünebiliyor musunuz? Diyemezler. Diğer yandan, bu seçenekle üyelik arasında başka hiçbir seçenek de yok. Yani Türkiye'ye önerilebilecek hiçbir şey yok. Dolayısıyla, imtiyazlı ortaklık kavramı karşısında yapılabilecek tek şey geri çekilmek. İlk geri çekilme sinyali, artık bundan bahsetmemek. Ben bunu alkışlıyorum.
Kriter: Fransa'nın AB'den Sorumlu Devlet Sekreteri Pierre Lellouche, geçtiğimiz ay İstanbul'daydı. “İmtiyazlı ortaklık” ifadesini kullanmaktan kaçındı ama Türkiye'nin üyeliğine karşıt tavrını da korudu. Bu bir geçiş politikası mı? Yani asıl niyet, hala üyelik dışı bir alternatif, ama somut bir formül oluşturana kadar ilişkileri germemeye mi çalışıyorlar?
Fransa, yeniden tutarlı bir çizgi yakalamaya çalışıyor.
H.Flautre: Bence şu an, durumu düzeltmeye çalışıyorlar. Birçok şey söylediler. İçeriye verilen mesajla, dışarıya satılabilecek olan mesaj farklı. Bunları pek iyi oturtamadılar. İşler karıştı. Pozisyonları söylemek yetmez. Onları hayata geçirmek gerekir. Fransa, bunu yapamayacağını anladı. Simdi yeniden tutarlı bir çizgi yakalamaya çalışıyor. Bence gizli bir gündem yok. Uzun süre muhafaza edilemeyeceği anlaşılan tutarsız bir pozisyondan, tutarlı bir yaklaşıma kayılıyor.
Kriter: Peki Türkiye'nin gündeminde AB, öncelikli konumunu koruyor mu hala?
Hükümetin işi gerçekten zor
H.Flautre: Bence, temel hedef hâlâ AB üyeliği. Sarkozy gibi siyasetçilerin, sürecin sonu hakkında başlattıkları tartışma, yapıcı gelişmeleri engelledi. Bu, elbette bazılarının ekmeğine yağ sürdü. AB'ye zaten sıcak bakmayanlar, Sarkozy'nin yaklaşımını gerekçe gösterebiliyorlar. Ama, bu durum, hükümet tarafından da biraz kullanıldı. Reform üretemeyenler, bazı Avrupalı liderlerinin olumsuz açıklamalarına sığındılar. Reform süreci çok belirleyici. Şu an gündemde olan demokratik açılım, aslında hükümetin aldığı ciddi bir risk. Böyle bir girişimde bulunduktan sonra, devamını getirmek gerekir. Türkiye, aşırı milliyetçilikten sıyrılarak, aynaya bakma, bazı konuları tartışmaya açma aşamasında. Üyelik süreci, ciddi ve hassas konulara dokunuyor. O yüzden hükümetin işi gerçekten zor,
Kriter: Hükümetin Kürt sorunu ve Ermenistan ile ilişkiler konusunda önemli girişimleri oldu. Bunlar AP'de nasıl algılanıyor?
H.Flautre: Kürt sorununu çok boyutlu bir şekilde ele almak elbette olumlu bir gelişme. Ancak, buna “demokratik açılım” deniyorsa, sadece Kürt sorunundan bahsetmiyoruz demektir. Yoksa, ismini mi öyle koyamıyoruz? Tüm bunlar sürecin zor olduğunun bir göstergesi. İnanılmaz bir siyasi enerji harcanıyor. Yapıcı olabilmek için, bazı hassas noktalara zarar vermemek gerekiyor. Ortada bir düğüm var, ama toplum nefes alıyor. Ben bunu çok olumlu buluyorum. Berlin duvarının düşüşü gibi. Ermenistan ile ilişkiler de olumlu yönde gelişiyor. Bunun da güç olduğunu görüyoruz. Karşı çıkanlar var. Örneğin Ermeni diasporası, bu gelişmeler karşısında ne yapacağını bilemedi.
Kriter: Peki, Türkiye'de muhalefetin tutumunu nasıl buluyorsunuz?
Türkiye'de muhalefet, hükümete yardım ediyor ve hükümetin politikasını meşru gösteriyor olmamak için sürecin dışında kalmayı tercih ediyor. Bu eski dünya muhalefeti...
H.Flautre: Muhalefetin katkısı elbette önemli. AKP önemli bir değişim sürecini yönlendiriyor. Muhalefete düşen, bu sürecin içine girip kendi pozisyonu doğrultusunda yönlendirmeye çalışmak. Ama, hükümete yardım ediyor ve hükümetin yaptığını meşru gösteriyor olmamak için, sürecin dışında kalmayı tercih ediyorlar. Bu tamamen, eski dünya muhalefetidir.
Kriter: Türkiye'de, sivil toplum kuruluşları ile de yakın ilişkiniz var. Nasıl görüyorsunuz STK'ların gelişimini? Özellikle kadın hakları konusunda?
H.Flautre: Öncelikle, cinsiyet eşitliğinin sağlanması, KPK'nın da konusu, çünkü, AB müktesebatının bir parçası. Bu konuda önemli gelişmeler oldu. İlginç istatistikler var. Birkaç yıl öncesine kadar, kadınların yaklaşık %90'ı, aile içi şiddetin normal olduğunu düşünüyorken, bugün aynı soru sorulduğunda, verilen yanıtlar tam tersi. Neredeyse herkes, bunun bir insan hakları ihlali olduğunun farkında artık. Kadınların, bugüne kadar maruz kaldıkları muamelelerin normal olmadığının bilincine varmaları çok önemli.
Elbette, daha yapılacak çok şey var. Ancak, bir yerlerden başlayabilmek için bu farkındalık çok önemli. STK'lar bu alanda çok başarılı. Türkiye, başarılı kadın girişimciler bakımından da zengin bir ülke. Çok güzel örnekler, hikayeler var. Türk kadınları, Avrupa düzeyinde de örgütlü. Kadınlar, karar alma süreci ile aralarında yapısal bağlar olmasını istiyorlar. Anahtar da zaten burada. Kadınların durumu, toplumun gelişmişliğinin önemli bir göstergesi. Kadınların durumu henüz Avrupa'da da olması gerektiği gibi değil. Ücretlerde hâlâ ayrımcılık var. Kadının istihdama katılımı ise, tamamen, kreşlerin yaygınlığı ile orantılı. Ülkede, küçük yaştaki çocukların bakımı için oluşturulan güvenilir tesisler yoksa, kadının istihdama katılımı düşüyor. Bütün bunlar, cinsiyet eşitliği dengesini bozuyor. Bu konuda hepimizin yol alması gerekiyor.