16 Aralık 2025
Altın 5886.719
BIST 11319.3
Dolar 42.7086
Euro 50.3049
Sterlin 57.4043
Ankara 8°C

'Ümit Meriç özel röportajı'

'Ümit Meriç özel röportajı'
Ümit Meriç: "Artık, evimden o muhteşem İstanbul silüetine bakamıyorum!"
İstanbul büyük medeniyetlere başkentlik yapmış bir şehir! Prof. Ümit Meriç’le yeni çalışmaları hakkında söyleşirken, nasıl bir hazinenin üzerinde oturduğumuzu da hatırlama fırsatı bulduk.

Prof. Ümit Meriç’i geniş kitlelere tanıtan ve sevdiren şey üniversite hocalığına ve babası Cemil Meriç’e vakfettiği yıllarından ziyade, kendi medeniyet kökleriyle buluşma serüveni oldu. Pozitivist bir sosyoloji tedrisatının şekil verdiği zihin dünyasının, İslam’ın zaman üstü hakikatleriyle karşılaşmasını ve kanatlanmasını anlattığı “İçimdeki Cennete Yolculuk” kitabı diğer bütün eserlerinden daha çok ilgi gördü, “Dualar ve Aminler” binlerce okuyucuya ulaştı. Emekliliğinden sonraki yıllarını yine yazmaya, üretmeye, anlatmaya hasreden Meriç’le Çengelköy’deki evinde buluştuk. Konferans davetlerini ve gündelik gazetelerde yazma tekliflerini yeni eserlerini ortaya çıkarma adına erteleyen Ümit Meriç, tezgâhındakileri bizimle paylaştı.

-Hocam, bir süredir sohbet ve konferans programlarına ara verdiğinizi biliyoruz. Bu suskunluğun özel bir sebebi var mı?

Bir süre için konuşmalarıma ara verdiğim doğru. Ama bu okuyucularımdan ya da dinleyenlerimden ayrılmam demek değil. Tam tersine “Söz uçar, yazı kalır.” Otuz yıl üniversitede hocalık yaptım. Arzumla emekli olup on iki yıl boyunca yurt içi ve dışında bütün konuşma davetlerine seve seve iştirak ettim. Ama artık biraz durup dosyalar ve defterler dolusu notumu derleyip, toparlamak, bütün bu birikimi okuyucularımla paylaşmak için masa başında çalışmak zamanı geldi. Dolayısıyla suskunluğum mevcut ve müstakbel okuyucularımın huzuruna yeni kitaplarla çıkmak arzumdan kaynaklanıyor.

-Şu an hangi kitaplar var tezgâhınızda?

1851’de Şihabeddin Alusi adlı bir âlim Bağdat’tan yola çıkıyor, Diyarbakır, Erzurum üzerinden Samsun’a geliyor ve oradan dört günlük bir yolculuktan sonra İstanbul’a varıyor. Çengelköy’de Hamdi Paşa’nın yalısında misafir ediliyor. Şöyle bir cümle sarfediyor Şihabeddin Alusi: “Gözlerimizin dudakları, İstanbul’un yanaklarından öptü.” Benim gözlerimin dudakları da Çengelköy tepesindeki evimden, her gün İstanbul’u yanaklarından öpüyor. Zira tezgâhımdaki ilk kitap “Dünyanın kalbgahı İstanbul”. “Seyyahların aynasında Şehirlerin Sultanı İstanbul” kitabım İstanbullu olmayanların bin yıllar boyunca ziyaret ettiği şehrimizi nasıl görüp resmettiklerinin belgesi idi. Bense bu kitapta kendi İstanbul’umu anlatıyorum. Mor salkımlı selvileriyle Üsküdar’ı, Kız Kulesi’nin köpüklü kayalıklarını, Kandilli Kız Lisesi’ndeki eski piyanoyu…

-Fatih Belediye bülteninde Fatih Külliyesi hakkında bir yazınız çıktı. Bu yazı da kitabınızın bir bölümü mü olacak?

Evet, Fatih Külliyesi’nin hem benim şahsi hayatımda hem aile tarihimizde çok farklı bir yeri var. Fatih Camii haziresi adeta 19. asrın Dolmabahçe Sarayı’ndaki muayede salonu gibidir. O devrin bütün uleması, vüzerası, meşayıhi orada, bu defa bayramlaşmak için değil mahşeri beklemek için bir araya gelmiştir. Bana düşünce kıblemi bulduran Ahmet Cevdet Paşa, Çubuklu’da vapura binen İstanbullulardan, Kazan Türklerine kadar bütün bir Türkçe sevdalıları ordusunun okuduğu muhteşem kalem Ahmet Mithat Efendi, daha kimler kimler oradalar. Dedem Ali Haydar Menteşoğlu Safranbolu medresesini bitirdikten sonra katır sırtında Bartın’a, sonra bir tekne ile Zonguldak’a, oradan daha büyükçe bir gemi ile dört günde İstanbul’a varıp, Fatih Camii Külliyesi’nin güneyindeki Bahr-i Sefid medresesinde talebe olmuş, hakimlik görevini Maraş’ta, Girit’te, Beyrut’ta ve Konya’da ifa etmiştir. Yani Fatih Camii’nin avlusu, beni bir anda hem fikrimin babalarının iklimine hem anne babamın iklimine alıp götürür. Aynı zamanda Fatih Külliyesi İstanbul’un Kâbe’sidir. Kısa bir sürede devasa bir çiçekten etrafa rüzgârla uçuşan çiçek tozlarının yeni çiçek tarlalarını dalgalandırması gibi o da “İstanbul’un Kâbe’si” olmuştur. Sadece Fatih döneminde İstanbul’da bir kısmı kubbeli, bir kısmı çatılı 190 tane cami ve mescit inşa edilmiş.

-İstanbul’un bir dünya başkenti olması boşuna değil!

İstanbul’un dünyanın başkenti olması aynı zamanda kainatla şehir arasındaki ahenk dolayısıyladır. Osmanlı’da zaman ve mekân tasavvuru üzerinde henüz yeterince çalışılmadı. Her medeniyetin bir zaman ve mekân tasavvuru vardır. Biz fetihle birlikte Doğu Roma’nın zaman ve mekân tasavvurunu da tevarüs ettik. Konstantinüs Mese yolunu açarken, Romalılar kainatla İstanbul’un irtibatını dikkate almıştır.

-Nasıl bir irtibat bu?

Güneş ve ayla şehri irtibatlandırarak, yani bir tür ışık mühendisliği yaparak. Unutulmuş bir hakikati seslendireyim. Ayasofya’nın hemen karşısındaki Mıllion taşı eski İstanbullular için dünyanın sıfır noktasıdır, bugünkü Greenwich gibi. Şehrin ana yolu oradan başlar, Çemberlitaş’ta Konstantinüs’ün heykelinin üstünde bulunduğu Forum Konstantinüs’ten geçer, Beyazıt’ta yolun kenarında yıkılmış mermer parçalarını gördüğümüz Forum Tauri’den bugünki Laleli’ye gelir ve orada ikiye ayrılır. Bir kol bir zamanlar 12 Burç Mabedi’nin, daha sonra aynı yerdeki 12 Havari Kilisesi’nin bugünse Fatih Camii’nin dış avlusunun bulunduğu yerden Edirnekapı’ya varır. Diğer kol ise Aksaray üzerinden Altınkapı’ya ulaşır. İşte bu ana cadde İstanbul’un üzerinden 21 Mart ve 23 Eylül’de güneşin geçtiği meridyenin hattıdır. Yani Romalılar bu şehir içi yolu açarken gökyüzünde güneşin şehir içinde geçtiği yolu izlemiştir. Biz de bugün aynı yolları-aşağı yukarı- kullanıyoruz. Heyecan verici değil mi?

-Evet, gerçekten. İstanbul’un böyle gökyüzü ile irtibatlandırılarak kurulduğunu bilmiyordum.

Evet, hem gökyüzü ile hem yeryüzü ile. Bunlar bizim bugün sadece Türkiye olarak değil, dünya olarak da kaybettiğimiz bilgiler. 2007’de BAE’nin başkenti Abu Dabi yakınında, çölün ortasında, enerjisi güneş ve rüzgâr olan yeni bir şehir kuruldu: Masdar. Bu şehir sadece yenilenebilir enerji ile yaşamayacak, aynı zamanda 65 dereceye çıkan sıcağı en aza indirgemek, gölgeden maksimum yararlanmak için, güneşin doğu-batı yönünde izlediği yola dik acıyla inşa edilen dar sokaklardan da oluşacak. Halep’in iç kalesi ya da Yemen’in Sibam kasabasının güneşle irtibatlı yapısı, bu füturistik projeye ilham kaynağı oldu. Bir reklam spotunda dendiği gibi: “Geçmişi okuyarak, geleceği yazmak” gerek. Kainat, tabiat ve tarih ile irtibatımız çok azaldığı, kainatın içindeki yerimizi kaybettiğimiz için beşeriyet olarak inşallah büyük hüsranlara düşmeyiz. Cennetmekân Fatih, Edirne Sarayı’nın yerini seçmeden önce farklı yerlere sığır ciğerleri koyduruyor ve en geç hangisi bozulursa, orası en havadar yer olduğu için sarayını oraya kurduruyor. Bugün hangi inşaat şirketinin böyle bir tasası var?

-Tarihî yarımadanın silüetini hoyratça tahrip eden gökdelenler, inşaat şirketlerinin hiç bir tasası olmadığını gösteriyor.

Evet, ben artık evimden o, dünyada başka hiçbir şehre nasip olmayan muhteşem silüete bakamıyorum. Zira Beyazıt Kulesi’nin hemen arkasında iki heyula, minarelerime ve kubbelerime tepeden bakıyor. ‘Mashattan’a (Maslak-Levent) yani geleceğin İstanbul’una bir şey demiyorum, ama lütfen tarihimizden bize tebessüm ederek bakan o güzelim çehreyi betondan mızraklarla -söylerken bile içim acıyor- delik deşik etmeyelim.

-Maalesef çok haklısınız hocam. Fatih Külliyesi’ne tekrar dönersek, İstanbul tarihindeki önemi nedir?

Külliye İstanbul’daki ilk sultan camii. Üstelik tebşirat-ı nebeviyyeye mazhar olmuş veli bir padişahın külliyesi. Fatih, Yavuz’dan önce “Emir’ül-müminin ve İmam’ül Müslimin”dir. Daha sonra İslamı kabul eden bir Rum mimara, Sinan-ı Atik’e yaptırdığı külliye İstanbul’da o zamana kadar inşa edilen en büyük bina kompleksidir. Her gün 7 bin kişinin secde-i Rahman’a vardığı, Güney ve Kuzeyindeki Akdeniz ve Karadeniz medreselerinin talebe-i ulum’u ilim semasına kanatlandırdığı, Şifahanesinde Yahudi hekim Berto ile Rum hekim İshak’ın Müslüman tabiblerle beraber ibadullaha şifa dağıttığı, Aşhanesinde hergün binlerce garibin karın doyurduğu, Tabhanesine gelen misafire tarçınlı karanfilli bal kadehlerinin sunulduğu bu külliye, İslam ilim, irfan ve şefkatinin zirvesidir.

-İstanbul’un fethinden önce de burası önemli bir mekan mıydı?

Evet, 12 Havari Kilisesi iken burası Roma ve Doğu Roma imparatorları’nın Panteonu yani Anıt Kabridir. Bu kilisenin planı Venedik’teki San Marcos Klisesi’ne örnek olmuştur. 1204 Haçlı işgalinde yağmalanan imparator lahitlerinden birkaçı, bugün Arkeoloji Müzesi’ne çıkan merdivenlerinin iki yanında sergileniyor. Fatih Külliyesi inşa edildikten sonra burası İstanbul’dan ahirete giden yolun taç kapısıdır. Bir mimari detay gibi gözükse de gerçek bir şaheser olan Çorbacı Kapısı’nın altından kimler geçirilerek ahirete uğurlanmamıştır ki. Hepsi kendi külliyelerini yaptırdıkları halde dünyaya, cedd-i alalarının huzurunda veda etmek isteyen II. Beyazid, Yavuz hatta Kanuni’nin cenazeleri hep buradan kaldırılmıştır.

-O musalla taşı hâlâ önemini koruyor değil mi?

Elbette. Parmaklıkların arkasında 370 şahide (mezar taşı) var. Turgut Özal, Sakıp Sabancı, Sabri Ülker gibi siyaset ve servet dünyamızın zirveleri, Muzaffer Özak, Safer Dal, Necip Fazıl gibi mânâ dünyamızın zirveleri, Sabahattin Zaim, Ahmet Kabaklı, Tenzile Erdoğan ve daha kimler kimler “arkasından güneş doğmayan o kapıdan” geçerek bize veda edip gittiler.

-Hocam sizin kökünüz aşkla bağlı olduğunuz İstanbul’da ama yüzünüz tüm dünyaya dönük. Yeryüzünün pek çok noktasına seyahatler yaptığınızı biliyoruz. Onları da okuyucularınızla paylaşacak mısınız?

Dünyanın bir çok yerine yaptığım seyahatleri şu an çalıştığım “Yitik Hafızanın Peşinde” başlığını taşıyan kitabımda okurlarımla paylaşacağım. Bu kitapta Hz. Peygamber, diğer Peygamber-i izam hazerati, yaşayan ve vefat eden İslam velileri ve ‘Kâbe merkezli coğrafya tasavvuru’ gibi başlıklar olacak. İslam dünyasına yaptığım yolculuklarıma da çok ehemmiyet veriyorum. Çünkü artık global bir köy haline gelen dünyamızda Müslümanlar olarak birbirimizi yeterince tanımıyoruz. Şüphesiz tarihte de tek bir blok değildi İslam dünyası. Ama birbirimizi tanımak imkânı bu kadar yoktu. Ben aynı kıbleye yönelen, aynı Peygamberi (sas), aynı Peygamberleri, aynı velileri seven İslam dünyasının birbirine yabancılaştığı kanaatindeyim. Birbirimizi tanımadığımız gibi Müslüman olmanın izzetini de yeterince anlatamıyoruz. Nesebi gayrisahih bir film yapıldı. Bir kısım Müslümanlar infiale kapıldı. Oysa muhtemelen maksat da bu idi. Hadis-i şerifi niye hatırlamıyoruz?: “Öfkelenmeyiniz, öfkelenmeyiniz, öfkelenmeyiniz.” Biz son dinin muntesipleri olarak Peygamberimizi ya da İslamiyeti tanıtmak için ne gibi bir gayret içinde olduk ki öfkeleniyoruz. İslam’ın izzetini bihakkın temsil etmeli ve bu şerefi de bihakkın tebliğ etmeliyiz. Artık Türk sineması dünya film festivallerinden ödüllerle dönüyor. İnsani ve İslami temaların çiçek açtığı yeni çalışmaları genç ve çok değerli yönetmen ve senaristlerimizden niye beklemeyelim?

Kaynak: (AKSİYON)

YORUMLAR
YORUM YAZ
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Önceki ve Sonraki Haberler
Bunlar da İlginizi Çekebilir